hesabın var mı? giriş yap

  • köpeği tarafından şartlı reflexlendirilerek her zil çaldığında köpeğine yemek veren adam

  • risk bir oyundur. dünya haritası üzerinde bulunan ülkelere asker yerleştirerek, zar atmak koşuluyla, diğer ülkeleri ele geçirmeye çalışırsınız. harita 6 kıtadan oluşur. bir kıtada ki bütün ülkeleri alırsanız, her sıra size geldiğinde fazladan asker alırsınız. eğer evde arkadaşlarınızla oynuyorsanız, amaç görevleri tamamlamak, eğer internet üzerinden oynuyorsanız, amaçınız haritanın tamamına egemen olmaktır.

    ha yeteri kadar iyi açıkladım mı? bence hayır. her sıra size geldiğinde 3 asker alacağınızı bile söylemedim aslında.

    nese efendim güzel bir oyundur. internet üzerinden oynamak isteyenler ahanda bu linkten oynayabilirler.

    http://www.dominategame.com/

  • ne kadar imdb'de zirveyi zorlasa da tarihine bakılınca önce burun kıvırılan, izledikten sonra ise insanın kendinden utanmasına sebep olan film. yıllar aslında hiçbir şeyi değiştirmiyor, teknoloji ne kadar hızlı gelişse de güzel film her zaman güzel film(miş).

  • hazırlıkta okuyoruz. liseden öyle bir ortama geçmişiz ki adapte olmak çok zor. hazırlığın camında bir baktım. isimim yazıyor. matematik bölümünden prof. dr. bilmemkimi görünüz. beni bir ter bastı. ulen koca prof. beni niye çağırsın. lisede müdür yardımcısı çağırdı mı başın belada demektir. dersi mersi unuttum defter kitap falan sınıfta kaldı. koşarak matematiğe gittim. buldum odasını hocanın. öleceğim heyecandan. neden çağırır beni koskoca profesör. hem de matematik profesörü. kapısına geldim kapı açıktı. elinde çay fincanıyla vatandaş kapıya yöneldi "buyrun" dedi. kendimi tanıttım büyük bir heyecanla sesim titreyerek. "hocam ben hazırlıktayım. beni çağırmışsınız." dedim. "estafurullah. çağırmak ne kelime. burası üniversite. kimse kimseyi çağıramaz. ben sizinle görüşmek istedim. hazırlığın sekreterini aradım onlar da ilan asmışlar. konu şu: sizin alacağınız matematik dersi ......" konuştu konuştu ben gerisini dinlemedim.

    şimdi bu hocalar bu öğrencilere böyle eğitim veriyorlar. bunu odtüde okumayan bir adam başbakan da olsa anlayamaz bilemez. nerden bilsin.

  • a4 kağıt boyutlarının neden 210 mm ve 297 mm gibi küsüratlı sayılar olduğu.

    a serisi kağıtların en büyüğü alanı yaklaşık 1 metrekare olan a0 kağıdıdır. ve boyutları 841 milimetreye 1189 milimetredir. peki neden 1000 milimetreye 1000 milimetre değil? çünkü istenen şey kağıtlar ortadan 2'ye bölündüğünde oluşan yeni parçaların kenarlarının birbirine oranı değişmesin, aynı kalsın. böylece örneğin çizimleri farklı kağıtlarda farklı ölçeklerde gösterirken kağıttan kaynaklanacak oran bozuklukları yaşanmasın.

    bunun için kağıdımızın uzun kenarına a, kısa kenarına b diyelim. oran a/b.

    ortadan 2'ye katlandığında uzun kenar b kısa kenar ise a/2 olacak. oran b/a/2.

    yani istediğimiz şey a/b = 2b/a olması.
    *
    2b^2 = a^2

    buradan a/b oranını çekersek, bunun kök 2'ye eşit olduğunu görürüz. yani 1,414 gibi bir değer.

    eğer kağıdımızın uzun kenarının kısa kenarına oranı 1,414 olursa, siz kağıdı ortasından ne kadar bölerseniz bölün uzun kenarın kısa kenara oranı değişmeyecektir. bu yüzden a0 kağıdı 1 metrekare olsun ama aynı zamanda kenarlarının oranı 1.414 olsun istenmiştir. ve gene bu yüzden a0'ın 4 kere ortadan bölünmesiyle elde edilen a4 kağıdının boyutları 297 mm'ye 210 mm'dir.

    297/210 = 1,414

  • günlük hayatta başımıza gelen zamanda yolculuk deneyimleri.

    sabah denize sıfır evimizde uyandık. perdelerimizi açtık ve güneş ışığı çarptı yüzümüze. işte ilk yolculuğumuz! yüzümüze düşen fotonlar aslında 10 bin ila 170 bin yıl öncesinde güneş'in çekirdeğinde üretildiler. yüzeye ancak ulaşabildiler ve dünyaya kadar 8 dakikalık bir yol kat edip gözümüze ulaştılar. yani güneş'e baktığımızda aslında onun 8 dakika önceki halini görüyoruz.

    giyindik evden çıktık, şanslıyız çünkü evimizin dibinde metro var. hem de 100 km/sa hızla gidiyor. biz bu metroyla 1 saat yolculuk ettiğimizde, duran insanlara göre saniyenin katrilyonda 1'i kadar zamanda ileriye gitmiş oluruz. yani onlardan daha az yaşlanırız, çünkü hız, zamanın akışını yavaşlatır.

    yolculuğun ardından iş yerimize vardık ve ofisimiz bir gökdelenin en tepesinde. bütün bir yıl orada çalıştığımızda deniz seviyesinden hiç ayrılmamış bir insana göre saniyenin milyarda biri kadar daha fazla yaşlanırız. çünkü kütle çekimi zamanı yavaşlatır. yani dünyanın merkezine ne kadar yakınsak zaman bizim için o kadar yavaş akar.

    yorgun bir iş gününün ardından evin yolunu tuttuk. hava karardı. gökyüzüne bakıyoruz:

    en parlak cisim ay, ışığının bize ulaşması 1,3 saniye sürüyor. yani yaklaşık 1 buçuk saniye önceki halini görüyoruz.

    venüs, ışığı 3 ila 13 dakikada bize ulaşıyor.

    mars, ışığı 4 ila 20 dakikada ulaşıyor.

    jüpiter'e baktığımızda onun 35 ila 52 dakika önceki halini görüyoruz. zira ışığı bize bu kadar zamanda ulaşıyor.

    neptün'ün güneş'ten yansıttığı ışığı bize tam 4 saat 40 dakika sonra geliyor.

    biraz daha uzaklara bakalım. örneğin en yakın yıldız, alpha centauri, bizden tam 4 ışık yılı uzaklıkta. yani tam 4 yıl önceki halini görmekteyiz onun.

    samanyolu'na en yakın galaksi andromeda ise tam 2,5 milyon ışık yılı uzaklıkta. yani şu an o galakside bizim gibi canlılar bulunsa ve çok çok güçlü teleskoplarla dünya'nın yüzeyini inceliyor olsalar, insanların varlığına ait en ufak bir kanıt bulamayacaklar. çünkü dünyanın 2 buçuk milyon yıl önceki halini görecekler.

    en uzak galaksi ise tam 13.1 milyar ışık yılı uzaklıkta. işte bu kısmı kafada canlandırmak zor. biz tam 13 milyar yıl önceki halini görüyoruz bu galaksinin.

    gökyüzü gözlem şenlikleri bittikten sonra perde çekilir ve yatağa girilir. hadi uyu artık geç oldu.

    yaşayan herkes için zaman sadece kişiye özgüdür. saat kaç dediğimizde ortak yanıtlar veriyoruz evet ama saat sadece başka bir saat referans alınarak yapılmış bir aygıttır. yaşamımızı kolaylaştırmak adına ortak zaman dilimleri oluşturulmuştur. ama gerçekte içinde bulunduğumuz zaman tamamen bize özgüdür. eşsizdir. bizim nasıl yaşadığımıza bağlıdır.

    not: bu yazıdaki zamanda yolculuk konsepti dışındaki her şey hayal ürünüdür.

  • hiç kimsenin önünde iliklemesinler diye hakimlerin ve avukatların giydikleri cübbelerin düğmesiz olması.

    son zamanlarda tayyip'in bu konudaki hazımsızlığını görünce ufkum 8 bin kat arttı.

    edit:beltedmanatee hatırlattı, rüşvet almasınlar diye cübbelerin cepleri de olmuyormuş.

    gidişata bakılırsa yakında cübbeler hem düğmeli hem de cepli olacak.

    edit: imla.

    bir yıl sonra edit: şaşırmadım! aynen öyle oldu. iyi uykular türkiye.

  • bu direniş bir kere daha nasıl bir ülkede yaşadığımızı gösterdi. devlet, polisler, eli sopalılar, hayatlarını kaybeden kardeşlerimiz ile alay eden halkımız..

    dedem 1925 doğumluydu geçen sene vefat etti. hayatını yazdı sadece çocukları ve torunları okusun diye. paylaşılmasını istemedi ama ben onun affına sığınarak bir bölümü paylaşmak istedim. dün gece hatıralarını okurken, kanlı pazar gününü anlatışı dikkatimi çekti. dedim ki kendi kendime, bu ülke çocuklarını yemekten bıkmamış, usanmamış:

    "...beyazıt'tan taksim'e yürüyüşe geçen öğrencilere ben de oğlumla katıldım. dolmabahçe'de 6. filoya namaza duranlar yine karşımıza çıktılar, yürüyüş devam etti ön taraf taksim'e ulaştı. ama bir gümbürtüdür gidiyor, acaba neler oluyor, baktık ki taksim çıkışı çember sakallı, taşlı sopalı yobazlarca tutulmuş, önlerinde polis sanki engelliyormuş gibi yapıyor. arkalarındakiler tarafından taş yağmuruna tutuluyoruz. biz aşağıdayız, arada yerden sekerek bir taş gelip kafamı buldu, hafif bir çizikle atlattık. müthiş patlama sesleri geliyor, bizim meydana çıkmamız imkansız. oğlumu merak ediyorum, bir hengamedir gidiyor, neticede iki ölü, yüzlerce yaralı.. (oğlumla) ancak evde buluşabiliyorum. öğrencilerin öğrenim özgürlüğü, atatürk ilkeleri doğrultusunda bilimsel eğitimin hayata geçirilmesini istemesi daha nice masum istekler hükümetçe dinlenmiyor, üzerilerine yobazları salıyor, atatürk ve devrimlerinin iki düşmanı ortaya çıkıyor; ırkçılar, yobazlar.. bu iki grup hükümetçe destekleniyor, besleniyor, böyle bir ortamda çok güçlenecekleri kesindir."

    hiçbir şey değişmiyor bu ülkede. şu açık ki hiçbir zaman geri adım atmayacaklar ve her fırsatta daha fazla vuracaklar. şaşırıyoruz ya hani, bu da olur mu, bu da söylenir mi, diye. şaşırmayalım ve unutmayalım, zalimler dünyanın en korkak adamlarıdır. biri polisin arkasına saklanır kadın tekmeler, satırla dolaşır. bir diğeri yüzlerce koruması ile dolaşıp vatandaşa tokat atar. asla durmayacaklar. çünkü hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu. hiçbir şeye benzemez saltanatı kaybetme korkusu.

    olsun, biz varız.

  • sonradan görme birisi olarak, her uçağa binişimde, hosteslerin hiç kimseyi atlamadan herkese standart bir güleryüz takınarak "hoş geldiniz, iyi yolculuklar" demesi hep dikkatimi çekmiştir. bir yolculukta kabin görevlileriyle sohbet etme fırsatım oldu. sordum haliyle yorulmuyor musunuz, olmasa olmaz mı diye. öğrenince ufkum hafiften kızıla doğru ilerledi. girişte herkesle göz teması kurup, hoş geldiniz faslı yapmak aslında yolcuyu misafir psikolojisine sokmak içinmiş. böyle olunca insanlar koltuğa, ekipmanlara zarar vermiyorlarmış. ayrıca hostesler bu sayede otorite kurabiliyorlarmış, ev sahibi olarak. ben de bu içimdeki eğretilik nerden geliyor diye düşünürdüm. misafirliktenmiş.

  • ünlü fransız filozof denis diderot neredeyse tüm yaşamını yoksulluk içinde yaşadı, ancak bunların hepsi 1765 yılında değişti.

    diderot, 52 yaşındaydı ve kızı evlenmek üzereydi, ancak maddi sıkıntı içindeydi ve düğün masraflarını karşılayamazdı.

    maddi sıkıntıları olsa da, diderot’un adı o dönemde oldukça iyi biliniyordu çünkü o zamanın en kapsamlı ansiklopedilerinden biri olan encyclopédie‘nin kurucu ortağı ve yazarıydı.

    tam da o sıralarda, rusya imparatoriçesi büyük catherine'nin, diderot’un kütüphanesini ondan 1000 gbp karşılığında satın almayı teklif etmesi sorunlarını bir anda ortadan kaldırdı. o dönemin parası ile bu oldukça yüklü bir paraydı.

    kızını evlendirdi ve kendisine de küçük bir ödül olarak kırmızı bir sabahlık aldı. ancak işte sorunlar bu noktadan itibaren başladı.
    1769 yılında düşünür, yaşadığı deneyimi bir makalesinde kaleme aldı ve bu sabahlığının hikayesini anlattı. onun bu yazısı neredeyse iki yüz elli yıl kadar sonra psikologlar ve pazarlama uzmanları tarafından irdeleniyor.

    bu olay daha sonra diderot etkisi adıyla anılmaya başlandı…

    peki ne mi oldu?
    diderot'un kırmızı sabahlığı çok güzeldi ancak o kadar çok güzeldi ki, diğer eşyaların arasında güzelliği ile sırıtmaya başlamıştı. evin genel havası bozulmuştu, her şey onu rahatsız etmeye başlamıştı.

    bu bütünlük gereksinimi diderot’da, tüm eşyalarını iyileştirme arzusunu beraberinde getirdi. böylelikle eşyaları da yeni sabahlığının gösterişine uyumlu hale geldi. çok geçmeden, yeni bir duvar halısı, yeni tablolar, yeni bir sandalye, gardırop, ayna, yeni bir çalışma masası ve pahalı bir saat, v.s, bütün dairesini tamamıyla değiştirdi.

    ancak bir daha hiçbir zaman eski sabahlığı ile olduğu kadar mutlu olmadı…

    "eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. fakat yenisinin kölesi oldum."
    dedi.

    1988 yılında antropolog grant mc cracken, bu arzunun satın aldığımız şeyleri nasıl şekillendirdiğini tanımlamak için diderot etkisi terimini kullandı.

    diderot etkisi, yeni bir eşya edinmenin genellikle daha fazla yeni şey edinmenizi sağlayan bir tüketim sarmalı yarattığını belirtir. sonuç olarak, bunun devamında önceki benliklerinizin mutlu ya da tatmin olmak için asla ihtiyaç duymadığı şeyleri satın alırsınız.
    çünkü çoğu insan sahip olduğu eşyaların kişiliğini ve toplumdaki yerini belirlediğini düşünür.
    https://www.matematiksel.org/…eyleri-neden-isteriz/

    kendinizi diderot etkisinden koruyunuz. aksi halde diderot örneğinde olduğu gibi, eşyanın ve tüketimin kölesi olursunuz.
    üstelik, satın aldıkça "azalan verim yasası" işler, aldıklarınızın mutluluğunuzu etkileyen "marjinal fayda" sı düşer.
    toplumdaki yeriniz de nasıl bir insan olduğunuzla ilgili; giyim, kuşamınız, eşyalarınızla değil..

  • benim kardeşim(12) de yatağında osura osura minecraft oynuyor, videoyu gösterdim, tenezzül edip 10 saniye izledikten sonra durdu ve şu çıkarımı yaptı: bu çocuğun dersleri kesin 100dür

    felsefe piri asıl burada eyy çocuk

  • nasıl geriye gittiğimizi gösteren konferanstır. şimdi erzurum'da orucu ne bozar konferansları var herhalde.