hesabın var mı? giriş yap

  • "ne güzel yazmişsin jokond abla ellerine sağlık" diye mesaj geldi geçenlerde.
    ulan karı, kız yerine konulurken bile yavru, fıstık olamadık bir türlü. abla diyor yahu!

  • mekan: sakarya üniversitesi eğitim fakültesi b blok 3102 nolu salon
    ders: eğitim tasarımı

    öğretmen: soru 4 yazın öğretim tasarımına koyulan...
    öğrenci: öğretim tasarı...?
    öğretmen: ...mına koyulan

    2. quiz ve 70 kişilik sınıf iptal oldu.

  • 80 yaşındaki sevin teyzenin bir gün barbaros bulvarında karşıdan karşıya geçmesi gerekir. sevin teyze, hem görmekte hem de yürümekte zorlanmaktadır. dolayısıyla karşıdan karşıya geçmek onun için çok zordur.

    kendisine yardım edecek birini arar gözleri. derken gözüne genç bir delikanlıyı kestirir. hemen yanına gider :

    sevin teyze : evladım seninle karşıya geçebilir miyim?
    delikanlı : peki teyze.

    beraber karşıya geçerler.

    sevin teyze : teşekkür ederim evladım.
    delikanlı : ne demek teyzeciğim. asıl ben size teşekkür ederim.
    sevin teyze : neden evladım?
    delikanlı : ben körüm.

  • arkadaşlar durun benim de bir anım var.

    kaç senesiydi hatırlamıyorum. abim liseye gidiyor ben de 5. sınıf falanım herhalde. tavuk dönerin ilk çıktığı yıllar ve 1,5 lira veya 2 liradan satılıyor, bilmiyorum. o zamanlar için taşaklı bir yiyecek tavuk döner. abim liseye gidiyor ya, adam benim gözümde dünyaya açılmış. anlatıyor işte, tavuk döner diye bir şey var çok güzel bazen yiyoruz diyor, okuldan çıkınca counter strike oynamaya gidiyoruz diyor. oha hayata bak. iki öte mahalleye gitsem evimden çok uzaklaştım diye heyecandan çişimin geldiği yıllar. bir gün abim diyor, sana alıp getireyim tavuk döner. oo nasıl mutlu oluyorum. sözünü verdiği gibi tutuyor abim. eve geliyor, elinde poşet. içinde bir şeyler var! yoksa tavuk döner mi!!! lanet olsun ki abimin eve geldiği sırada misafirler var, annem kısır yapmış börek yapmış her bi' bok var ama benim aklım tavuk dönerde. hemen abimin elinden poşeti alıp yatak odasına koşuyorum ve onu orada yiyorum. o tavuk dönerin tadını hiçbir zaman unutamam. tavuklar poşetin içine düşüyor, onları elimle ağzıma atıyorum. tavuk dönerin tavuk döner olduğu yıllar işte. benim için hikayesi var şerefsizler.

  • futbol topu sahibi olmak bi mahalledeki zenginlik göstergesi bence budur, o yıllarda yaşayan bi çocuk için .
    he bir de action-man veya barbie bebekleri olanlarda zengin sayılırdı.

  • bu gün düşürülen rus uçağının gündem olmasıyla bir arkadaştan:

    uçağı falan geçtim de nükleer savaştan sonra bizi bulacak uzaylılara eski bir iett çalışanının 3. dünya savaşı çıkardığını nasıl anlatıcaz?

  • "biz farklı düşünsünler diye insanlara para veriyoruz, siz farklı düşünenleri hapse atıyorsunuz."

    burada okuduğum saçmalıklar olmasaydı oturup bu kadar uzun yazmazdım. p!çlere özet: amerika'yı güçlü kılan başlıca sebepler: adalet, düşünce özgürlüğü, girişimci ruh, demokrasi, ve insan kalitesi diyor, ve ergenleri önyargılarıyla başbaşa bırakıyorum... evet evet güçlü yahudi lobisi, üst akıl, derin devlet, cahil halk, survivor...

    tamamı değil, hızlıca akla gelenler. buyrunuz:

    1. adalet sistemi. evet, bu iyi kötü çalışıyor. linç kültürüyle büyümüş bünyelerin bunu anlaması pek mümkün değil. neyi anlaması mümkün değil? "gerçek" deliller ortaya konuncaya kadar bireyin suçsuzluğunu. savcının kamu namına "kanuni" yollardan delil toplamasını. delilleri gizlemenin adaleti engelleme suçu olduğu. avukat-zanlı mahremiyetini (evet bunu ilk kez duyuyor çoğunuz değil mi?), suçun bireyselliğini (bağırın şimdi pkk değil bütün kürtler, çingeneler, dün ermeniler, rumlar, bugün cemaat, yarın akp, sonra bilmem ne bela). mülkiyet hakları. savcı ve polisin haklı bile olsa bir grubu, bir zümreyi, bir (spor) kulübü(nü) hedef almaması, alamaması. biliyorum aksi örnekleri (polisin öldürüdüğü siyahları) söyleyeceksiniz ama yine de iddia ediyorum: "adalet mülkün temelidir" sözünün en canlı örneğidir amerika birleşik devletleri.

    2. girişimci ruh. iyi bir fikriniz ve azminiz varsa yapamayacağınız birşey yoktur. böyle eğitiliyor insanlar, ve her geçen gün zorlaşsa da bunun canlı örnekleriyle dolu ülke. önemli sayıda milyarder, üniversiteyi çulsuz bırakıp peşine düştükleri fikirlerle zengin olmuşlar. fikirlerinizi gerçeğe dönüştürebilecek yatırımcı ortakları bulabilmek imkansız değil. (venture capitalism)

    3. emeğin karşılığını alabilmek. süper fikirleri geçelim, diyelimki iki yıllık bir okul bitirdiniz (havuz işleri, çatı tamiri, muslukçuluk, veya herhangi bir tamir işi, contractor bilmem ne), eğer disiplinli olur ve ortamalanın üstünde çalışırsanız, tutunduktan sonra yılda 200-300 bin dolar kazanmanız içten bile değil. bazı işler sertifika ister, ama liseyi bitirip sertifikasız çalışanlar bile (özveriyle, tembellik etmeden, adam gibi, kadın gibi) emeklerinin karşılığını alırlar. komşum kırmızı bir porşeye biniyor. kendisi orta yaşlı bir klima tamircisi, üniversiteyi bitirdiğini sanmıyorum. yılda 300-350 bin dolar kazanan bir romenle tanıştım. adam eyaletler arasında araba taşıyor kamyonuyla. 5 yıl daha çalışıp emekli olacağını söyledi (yani yaptığı bu işten emekli olacak). henüz evli bile değil, doğru düzgün ingilizce konuşamıyor. körfez savaşından kaçan ıraklılar, benzinlik sahibi milyonerler. devrimden kaçmış iranlıların milyarlık prodaksiyon firmaları var. bir kısmı emekli beyin cerrahı, bir kısmı avukat.

    4. yukarıdakiyle ilgili: wealth-acumulation. uzatmayalım, yukarıdaki sebeplerden dolayı zengin olup, iyice bir hayat yaşayabiliyor çoğunluk. ha çoğu zengin bizimkilerden daha mütevaziler. iyi biliyorum, bazı tanıdığım milyoner, ama bunu göstermek için özel bir gayret göstermiyorlar. dışarıdan baksan sıradan orta halli insanlar sanırsın. karısı avukat, kocası bankada kredi direktörü, adam haftasonları evine üst kat yapıyor tahtalarla keserle. 4 yıldır bitiremedi. hobisi bu herhalde, ya da çok cimri.

    5. kılcallara yayılmış refah. altyapı. arzu eder ve imkanınız varsa ıssız dağın başında, çöllerde krallar gibi, lüks içinde yaşayabilirsiniz. imkanınız mı yok: gayret ve çalışmayla, sosyal haklarla durumunuzu düzeltme imkanları ararsınız. yine de elektriğiniz kesilmez, sıcak suyunuz eksik kalmaz, aç kalmazsınız. white trash'sin diyelim, walter white'lara, kristallere muhtaç değilsin. biraz gayret göstersen, yılda 6 ay çalışıp, kalan 6 ayda işsizlik sigortası alırsın. yapan var. 3 tane çocuk mu peydahladın, devlet senden vergi almaz, aldıklarını geri verir, üstüne de $6000'lık çek gönderir. biraz sorumluysan gider ailene çocuklarına bir şeyler alırsın, belki bir ev almak için parayı kenara koyarsın. sorumsuzsan: monster truck, redneck mobile.

    6. eğitim. evet evet amerikalılar çok cahil. türkiye'nin hangi kıtada olduğunu bile bilmiyorlar, değil mi? ortalama bir amerikalı ortalama bir türkten en az beş kat daha eğitimlidir. ha cahilleri yok mu? var. şartların zorladıklarının (aile, sokaklar, çevre...) dışında cahillik bile bir tercih meselesi. ilkokul, ortaokul, lise, üniversite ve ötesi kat kat iyi. daha doğrusu okumak isteyene en iyi okullar her zaman var. üniversiteler pahalı? evet doğru ama hemen her zaman ortalamanın biraz üstünde olan öğrencilere neredeyse bedava imkanlar var. bazı eyatlerlerde okul birincileri, bazılarında üst %15-20 hemen hemen bedava okuyabiliyor. harvard'a, mit'ye gidemedin diyelim, u-mass sisteminin herhangi bir kampüsü türkiye'deki en iyi okullarla kapışır, belki daha da iyidir (odtü, boğaziçi dahil).

    7. sağlık. en problemli alanlardan biri. itiraz edeceklere malzeme çıksın diye yazıyorum. obama birşeyler yapmaya çalıştı, tutacak mı göreceğiz. çok pahalı ve medikal hata yapıyorlar değil mi? doğru ama yine de turkiye'de gördüğümden, tecrübe ettiğimden kat kat daha iyi. bir kere doktor, hastane kalitesi hiç fena değil. medikal etik denilen birşey var -teoride değil sadece. hasta hakları vs.. en fakirlerin ve en zenginlerin durumu en iyi!! orta direk sigorta ve faturlarla boğuşuyor. sosyal haklar fena değil, daha az vergi alınmasına rağmen. turkiye'de ne kadar vergi veriyorsunuz? ne kesiliyor maaşınızdan? ne alıyorsunuz karşılığında?

    8. micro-demokrasi. doğru tabir midir bilmiyorum. hemen hemen herkes seçimle geliyor. yargıçlar, savcılar, polis şefleri, şerifler, kadastro müdürleri, vergi toplayanlar, milletvekilleri, milli eğitim müdürleri, valiler, kaymakamlar(?), belediye başkanları, senatorlar, ve ne olduğunu bile bilmediğin makamlar. lieutenant governor? county auditor? hemen hemen herkes. bunun iyi mi kötü mü olduğunu bir düşünün. lider sultası altında ezilmiş siyasi partileri düşünün. merkez yoklaması mı neydi? demokrat partinin başkanı kim? obama? clinton? hayır, kim olduğunu bir kişinin bildiğini bile sanmıyorum burada (debra mıdır nedir? bir kadındı, geçen gün değişti, kimi seçtiler bilmiyorum). amerikalıların çoğu da bilmiyordur. cumhuriyetçi partinin başkanını da bilmezler. (trump değil). bu detay neden önemli? onu da bir düşünün.

    9. anayasa mahkemesindeki yargıç sayısı (9, yazı ile dokuz) kadar çocuk sahibi olan anayasa mahkemesi üyesi. (google'la arayın bulun, bu yıl rahmetli oldu.) ve bunun hiçbir medya veya siyasi grup tarafından eleştrilmemesi, küçük görülmemesi, tam tersine bir zenginlik, ve çeşitlilik olarak addedilmesi.

    10. gerçek kuvvetler ayrımı. birisi yazmış yukarıda. mutlak güç bir kişide değil (gerçi bu tartışılır. amerikan başkanı kanunları isterse uygulamayabilir ama anayasayı çiğneyemez). başkan - kongre çatışması. yüksek yargıçlara duyulan saygı.

    11. insan kalitesi. belki de en önemlisi. evet cahil, tutucu, ve ırkçılar değil mi? onlarca örnek bulabilirsiniz bunlar için. ama yine de şunu iddia ediyorum: anadolu'da başkalarına yardım eden çok insan var, amerika'da başkaları için hayatını tehlikeye atabilecek insan oranı biraz daha fazla. anadolu'da cömert, her düşünceden çok insan var (vardır herhalde), ama amerika'da kazancının en az %10 unun kilisesine (beğenmeyebilirsiniz) veya varlığının yarısından fazlasını inandığı davaya adayan çok daha fazla insan var. anadolu'da gözünü budaktan ayırmayan, tankların karşısına çıkabilen çok insan var, amerika'da da (inanmayabilirsiniz) gerçekten cesur ve yolundan dönmeyen biraz daha fazla insan var. ülkemizde işini en iyi şekilde yapmak isteyen her türlü meslek erbabı vardır herhalde, doğru, ama amerika'da işini gerçek bir özveriyle yapan, sabah 5'te kalkıp bütün çalışanlarından önce işine giden, birşeyler ters gidince "sorumlusu benim" diyen iş sahipleri, direktörler var. granüler kalitenin olmadığı bir yerde, topyekün bir kaliteden bahsedilemez. hayatını tehlikeye atıp, silahlı saldırganın arkasından gizlice yaklaşıp, kollarına sarılıp elinden silahı düşürmeye çalışan, 50 yaşlarında belediye meclis üyesi kadınlar var amerika'da.

    12. eğitimle, insan yetiştirilmesiyle ilgili: ortaokulda (6., 7. sınıf mıdır nedir?) dönem ödevi yapan çocuğa "kitaptaki aynı cümleyi cevap olarak yaz diyorum." aldığım cevap şu: "ama bu plagiarism olmaz mı?" yök'un database'inde kopya, tercüme tezler pek yoktur herhalde.

    13. teknoloji, bilim. üniversitelere ne kadar para aktarılıyor? tübitak hangi projeleri destekliyor bu aralar? avrupa'dan fonlar gelmezse hangi projeler desteklenir? mesela kaç amerikan teknoloji firmasının yıllık satışı türkiyenin toplam yıllık ihracatından daha yüksektir?

    14. farklı düşüncelerin, görüşlerin, bilim, sanat, ticaret fikirlerinin "serbest" akışı, dolaşımı. uzun yazmadan kısaca bir sözlerini yazayım tekrar: "biz farklı düşünsünler diye insanlara para veriyoruz, siz farklı düşünenleri hapse atıyorsunuz."

    başka bir maruzatım yoktur hekim bey.

    peşin-edit:
    bunları yazarak iyilik yapmıyorum belki de. bilmemek bazen en büyük nimet. internetten aldığımız sıra numaraları ile günde 155 hasta görecek doktorun karşına çıkmaya, göğsünüz dinlenirken kapıyı çalmadan açacak hödüğün kafasını içeri sokarak durum değerlendirmesi yapmasına aldırmamaya,"ama sıra numaramı internetten aldım" diyerek avunabiliriz tabii. veya yarıdan fazlamızın yaptığı gibi "duble yol" der geçeriz herşeye. bilmemek en büyük nimet.

    yukarıda yazılanlar hızlıca akla gelenler. rasyonel düşünün. eğer bir gerçekle karşı karşıyaysanız, bu gerçeğin mantıklı sebepleri olmalı. geçmişleri temizdir demiyorum. inkar etmiyorlar, geçmişlerinde soykırımlar, atom bombaları, ve masumların kanları var. bütün bunlarla birlikte, yapılan yanlışları analiz eden bir mekanizmaya da sahipler.

    itiraz etmiyorum "amerikan dış politikası" korkunç, haksız, ve canicedir. çıkarları doğrultusunda haraket ederken ciddi hatalar, ve haksızlıklar yapıyorlar. ama bunu eleştirebilecek, karşı politikalar geliştirebilecek, güç dengelerinin birbirleriyle mücadele ettiği özgür bir tartışma ortamına (akademik, politik) sahipler. kızılderililere soykırım yapıldı diyen kimse hapse atılmıyor. bush, trump delileri mi çıkıyor, ama finkelstein da var aralarında.

    yukarıda yazılanlarla çelişen onlarca anekdot bulabilirsiniz. ama günün sonunda istisnaların kaideyi bozmadığını görecek ve linç kültürüyle bir sonraki azınlığı, ötekini, yabanı, yabancıyı, düşmanı yok etmeye, böcek gibi ezmeye, yeminlerle, marşlarla, nöbetlerle devam edeceksiniz. sıra bize de gelecek, onlara da, size de... next please...

  • kafa şişirmekten başka işe yaramayan sahte samimiyet akan kalabalık içinde olmaktansa, evindeki yalnızlık ve sessizlik içeren huzuru tercih eden akıllı kişidir. hiç pişman olmaz.

  • bizi parçalamamasının nedeni düşük enerjisidir. yeterince yüksek enerjiye sahip olsaydı eğer bizi deler geçerdi ve yarattığı radyasyon nedeniyle hepimiz ölürdük.

    ışık farklı dalgaboylarında ve frekanslarda yayılsa da, vakum ortamında hızı sabittir ve bildiğimiz ışık hızıdır. başka bir deyişle vakum ortamında ışığın dalgaboyuyla frekansının çarpımı sabittir ve ışık hızına eşittir.

    ışığın enerjisi ise frekansı ile planck sabitinin çarpımına eşittir. bu enerji arttıkça ışığın frekansı artar ve dalgaboyu küçülür. bizim görebildiğimiz ışık genel toplamda oldukça dar bir dalgaboyu aralığı olan 390 ile 700 nanometre arasındadır. bazı hayvanlarda, farklı dalgaboylarını hissetme yeteneği görülebilir.

    görünebilir spektrumdaki en düşük enerjili renk kırmızıdır. bu yüzden bunun üzerindeki dalgaboylarına kızıl ötesi denir. düşük enerjili olması nedeniyle birçok alanda kullanılırlar. radyo dalgaları bunun en popüler örneğidir.

    görünebilir spektrumdaki en yüksek enerjili renk ise mordur. bu nedenle bundan yüksek enerjili bölgeye mor ötesi denir. enerji yükseldikçe dalgaboyu kısalır ve frekans, dolayısıyla da enerji artar. bu nedenle başlıktaki soru geçerli hale gelebilir. yüksek enerjili fotonlar da tıpta sık kullanılır. röntgen tekniğine yol açan x ışınları bunlardan biridir. yüksek enerjili bu ışınlar insan vücudunda dokulardan geçebilirken kemiklerden geçemezler. bu nedenle kırık vakalarında sık kullanılırlar.

    fakat bütün mor ötesi ışınlar gibi insan sağlığına zararlı olduğundan dolayı özellikle hamile kadınların röntgen çektirilmesi istenmez ve zaten gerekmedikçe radyasyona maruz kalmamak gerekir. aynı nedenle hamile kadınların avm, havaalanı gibi yerlerdeki x-ray cihazlarının içinden geçmemesi de normaldir. güvenlik nedenli üst araması bildiğim kadarıyla ayrı yapılıyor.

    daha yüksek enerji seviyelerine çıkıldığında ise çok ağır radyasyon yanıkları ile karşılaşmak mümkündür. bunlardan tıpta gene faydalanılır. özellikle kanser hastalarında kullanılan kemoterapi teknikleri, yüksek enerjili gama radyasyonuna sahip fotonların kanserli dokuya gönderilerek öldürülmesiyle uygulanır. kanserden kurtulmak için ödenmesi gereken çok ağır bir bedeldir ve genelde ömrün kalitesini düşürmekle beraber uzatır.

    bunun haricinde farklı ışımalar da literatürde muhakkak vardır. ışık kaynağı olan güneş'ten dünya'ya sadece görünebilir ışık tayfı ulaşmaz. bunlarla beraber yüksek enerjili radyasyon yaratabilecek frekanslardaki ışıklar da ulaşır. öte yandan, dünya'nın dönmesi ve çekirdeğinin sıvı demirden oluşması nedeniyle dinamo teorisi uyarınca dünya'nın manyetik alanı bu yüksek enerjili manyetik fırtınaları engeller. ayrıca aurora borealis denilen kuzey ışıkları da manyetik alanın kutuplara yakın bölgesinde dünya'nın çekimine kapılan bu yüklü parçacıkların atmosferdeki atomlarla etkileşime girerek ışıma yapması sonucunda oluşur.

    yüksek enerjili fotonlar euv denilen extreme ultra violet tipi fotolitografi makinalarında da yani bilgisayar çipi üretilen makinalarda da sıklıkla kullanılır. burada üretilen yüksek sıcaklığa sahip plazma iyon ve elektronlarının tekrar birleşmesi sağlandığında elektronlar enerjilerinin çoğunu kaybeder ve yüksek enerjiye sahip foton ışıması yaparlar.

    bu yüksek enerji, çip olacak numunenin üzerine gönderildiğinde onun işlenmesini kolaylaştırır. gönderilen fotonun enerjisi ne kadar yüksek olursa, o kadar hassas işlem yapılabileceğinden dolayı daha yüksek performansa sahip işlemciler üretilebilir. boyutların aşırı küçülmesi sonucu günümüzde popüler olan kuantum bilgisayarlar, kuantum mekaniğinin günümüzde sanayiye geçebilen en ciddi kısmını gösterir.

    bu sadece bir teknik olmakla beraber nükleer reaktörlerde de ve dahi nükleer silahlarda da benzer bir sistemle yüksek enerjiye sahip fotonlar yayılır. bu fotonların enerjisi hayli yüksek olduğundan dolayı başlıktaki soruya cevap verir ve bizi parçalayabilirler. öyle ki enerjisi yeteri kadar yüksek olan bir foton 2 metre kalınlığındaki bir çelik duvarın içinden bile geçebilir ve size nükleer bir saldırı altında dahi zarar verebilir. nükleer reaktörlerde yapılan işlem kontrollü gerçekleştirilirken, nükleer silahlarda enerji yoğunluğunun yüksek olması tahribatı artıracağından dolayı istenen bir durumdur.

    reaksiyon için gereken uranyum 235 izotopu doğal halde yüzdesel olarak uranyumun çok küçük bir kısmını oluşturur. wikiye göre bu oran %0.72'dir. santrifüj tekniği uygulanarak bu u-235 oranı daha yüksek olan uranyum yakıtı elde edilebilir. nükleer silahlar içinse daha yüksek saflıkta u-235 gerekmektedir.

    u-235 yarı ömrü nedeniyle oldukça stabil yapıdadır. fakat bu atoma gönderilecek bir nötron sonucunda oluşan u-236 son derece kararsız hale gelir ve atom parçalanır. parçalanması sonucunda ortaya ciddi miktarda enerji çıkar çünkü parçalanma sonucu ortaya çıkan baryum ve kripton elementlerinin formasyon entalpisi uranyuma nazaran oldukça küçüktür. ayrıca tepkime sonucu ortaya 3 adet daha enerjiye sahip nötron çıkar. bu nötronlar da geri kalan u-235 izotopuna çarparak daha şiddetli bir şekilde tepkimenin hızlanmasını sağlarlar.

    tepkime sonucu kaybolan kütle einstein'ın meşhur formülündeki gibi enerjiye dönüşür. bu enerji oldukça yoğun olan yüksek frekansa sahip fotonları etrafa saçarak nükleer radyasyona yol açar.

    edit: kemoterapi değil radyoterapi olacak. dar olansa ise görünebilir spektrumun kendisi, yoksa görünebilir ışığın dalgaboyu zaten hayli büyüktür.

  • türkiye'nin 1973 sonrasını ancak 12 eylül'le bitirilebilen bir kan banyosu ve toplumsal infial dönemi olarak geçirmesinin arkasındaki esas unsurlardan birisi. chp'sinden msp'sine, bir şekilde düzen değişikliği hedefleyen tüm aktörlerin gözündeki/hedefindeki "bozuk düzen"in ta kendisi.

    ithal ikameci sanayileşme, başlı başına kötü bir şey değildir: sanayi devrimi sıçramasına hazırlanan büyük britanya'da da, asya mucizesi tacını paylaşan güney kore'de de uygulanmış; dozajı ve süresi iyi ayarlandığında gayet başarılı sonuçlar veren bir ilaçtır. türkiye'de 1950'lerin sonlarında "fiilen" yerleşmeye başlamış, 1961'de dpt'nin kurulması ve ülke ekonomisinin plan esasına göre yönetilmesi kararı alındığında yasal bir zemine de kavuşmuştur. 1962-1977 yılları arasında hiç küçülmeden büyüyen bir ekonomi vardır karşımızda. ücretlerin, konuyla ilgili çalışmalarda sıkça söz edilen güney kore-türkiye kıyasında görüldüğü üzere benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelerden fazla olduğu, satın alım gücünün de tüm dalgalanmalara rağmen fena seyretmediği bir dönemdir.

    sorun, bu kadar görkemli biçimde inşa edilen binanın temellerindeki çürüme ve yapı tamamlandıktan sonra gereken bakımların ihmal edilmesindedir. ithal ikameci sanayileşme modelini tamamlayan ülkelerin ekonomilerini zamanla dışa açmaları hem gerekli hem de o güne kadarki örneklerde (örneğin, britanya) tekrarlanmış doğal yoldur. yaşı gelen çocuğu bebek arabasından çıkartıp yürütmeye benzetilebilir.

    1960'ların ortalarından itibaren türkiye'de işler biraz farklı seyreder. dışa kapatılan, sübvansiyon alan ve böylece istediği gibi top koşturabileceği bir pazar bulan sanayiciler, dışa açılmayı bir türlü kabul etmez ve üretim altyapısını bu doğrultuda geliştirmez. dpt'nin deyim yerindeyse piç edilmesi ve zamanla kamu yatırımlarının da azalması üzerine tuz biber eker.

    70'lere gelindiğinde, ithal ikameci modelde bir fasit döngü başlamıştır: sınai malların üretilmesi için gereken her şey dışarıdan ithal edilmekte ancak ekonomi döviz, yani gelecek ithalatı karşılayacak kaynağı getirecek şekilde ihracat yapmamaktadır. dönemin genelinde türkiye'nin toplam gsyh'sinde ihracatın payı yüzde 2-3 civarında çok komik bir düzeydedir. bu ihracat içinde katma değeri yüksek ürünlerin payı daha da düşüktür. kendi kendine yetmek, bu yüzden başlı başına iyi bir şey değildir; hele ki kendine kendine yetmek için sürekli dışarıdan bir şey almak gerekiyorsa.

    zaten dönmekte zorlanan tekeri kıran çomak, 1973'te tüm dünyayı kapsayan ekonomik durgunlukla gelir. petrol fiyatları artar, işsizlik ve enflasyon hemen her yerde birlikte yükselir ve böylece türkiye'nin kör topal ilerleyen sisteminin sonu gelir. üretimi iç talep nedeniyle sürekli artan ekonomiye dışarıdan döviz ve petrol alınması gerekirken bu dönemdeki kriz iki kalemde de ülke ekonomisine büyük bir yük bindirir. dövizler kesilir (yetmiş cente muhtacız lafının anlamı budur) , tüketimi sürekli artan petrolün fiyatı israil ve arap ülkeleri arasında atılan her top mermisinde biraz daha yukarı çıkar.

    ayaklarını bebek arabasından aşağıya sarkıtması gereken türkiye isimli bebek, 1977'ye gelindiğinde neredeyse erişkinlik çağına gelmesine rağmen sürekli mama ve abur cuburla beslenerek obez olmuş, olduğu yere tuvaletini yapan ve sürekli bağırıp çağıran atarlı bir "şey" olmuştur. fabrikalar petrol ve döviz olmadığı için çalışamaz, ülkenin eskiyen enerji altyapısı da krizden nasibini alır ki o dönemde enerjinin önemli bir bölümü fuel oil ile karşılandığı için yangına benzin dökülmüş olur. chp'nin 1973 ve 1977'teki yükselişinin arkasında, bu düzendeki temel bozukluğu görmüş olmasında (bkz: bu düzen değişmelidir) yatar ama chp bu konuda yalnız değildir. milli görüş de ülkenin avrupa'dan parça ithal edip montaj üretim yapan sanayisine karşı ağır sanayiyi savunan bir çizgi izlemektedir. sol, zaten daha önce olmadığı ve daha sonra olamayacağı kadar radikaldir.

    dünya iktisat tarihinde ülkenin sanayileşmesini sağlayan bir uygulama, türkiye'deki iktidarların, koalisyon kavgalarının ve muhatap olunan bölgenin dengesizliği nedeniyle ülkenin mahvına yol açar. türk ekonomisinin, ekonomi biliminin kurallarının ötesinde mantığın gereğince dışa açılması ancak 1980 sonrasında mümkün olur ancak o dönemde de ithal ikameci yılların ücret yüksekliğinin esamesi yoktur.