hesabın var mı? giriş yap

  • beyazıt meydanına yürüyerek gelirsiniz, ilk önce karşısınızda tarihi üniversiteyi görürsünüz, istanbul'un ilk üniversitesidir burası. meydanı da meshurdur. tvlerde, gazetelerde çıkan birçok protesto, polisten kacma, bir zamanlar zabıta-simitci kovalamacası burada yaşanmıştır. güvercinleri de meshurdur. anlatınlanlara göre ıı. beyazıt'ın cami meydanında salıverdiği güvercinlerin torunlarıdır onlar. yem satanları sevindirmek için biraz paraya kırıp güvercinleri yaşatmadan geçmek olmaz. karşınızda beyazıt camii karsılar sizi. her ne kadar sultanahmet camii ve süleymaniye camii'nin arasında kalmış olsa da mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yerdir.

    arkasında sahaflar carsısı vardır. günümüzde sahaf özelliğini taşıyan 2-3 tane dükkan vardır ama bunların sahipleri ile bir muhabbete dalarsanız gezinin sonunu getiremeyebilirsiniz o yüzden "abi bu kitapta ne yazıyor?", "şunun konusu nedir" gibi bugünlerde çok az insanın sorduğu sorular sormayın. çarşıda kaçırmayacağınız bir iki önemli şey var. o da beyazıt'tan girişte hemen solda bulunan ilk matbaalardan kalma baskılar bir de hemen onun yanıdna bulunan gravürler. ayrıca yine soldan ilerlediğiniz zaman 2 veya 3 dükkan sonra yıllanmış şarap gibi kitaplar vardır. osmanlıcanız olmasa da gidin bir el sürün, bir anlık zaman yolculuğuna çıkın, günümüzde kitabın elinize ne kadar çabuk ulaştığının farkına varın..

    sahaflardan çıktıktan kapalıcarsı'ya girmiyoruz cünkü nazmiye demirel o yoldan bahsetmiş. biz sirkeci'ye gitmek için diğer bir alternatif yolu divanyolu'nu tercih edeceğiz. "bizim bugün divanyolu adıyla andığımız cadde, roma imparatoru büyük konstantin'in doğu roma olmak üzere inşaa ettiği bu kentin ana caddesinin, yani mese'nin başlangıç kısmıydı. bu ana cadde üzerinde, çemberlitaş, beyazıt ve aksaray'da, aslında bugün de olduğu gibi meydanlar vardı. aksaray'da bu ana cadde bir çatal yapar, güney çatalı yedikule'ye, kuzeydeki de edirnekapı'ya uzanırdı. osmanlılar beyazıt-sultanahmet arasındaki caddeyi korudular ve saray'da toplanan divan-ı hümayun'a giden (ya da oradan dönen) vezirler, askerler ve başka görevliler buradan geçtiği için "divanyolu" dediler. yeniçeriler de buradan geçtiği için şimdi çemberlitaş-beyazıt arasındaki bölüme onların adı verildi. iki imparatorluğun "ana caddesi" olan bu güzergâhta, ikisinin de çeşitli kalıntıları var. bugün bu yolu isterseniz on beş dakikada yürürsünüz, isterseniz salınarak, sağa sola girip çıkarak, iki saati tamamlarsınız." tramvay yolunda ilerlemeye başlarken hemen tarih karşılar bizi.

    sağ tarafta bir külliye ile başlangıç yapmak çok güzel. "külliyeyi, yaptıran köprülü ailesinden merzifonlu kara mustafa paşa. bu ailenin bütün üyeleri osmanlı'yı ayakta tutmaya çalışmıştı. niyeti aynı olan damatları mustafa paşa ise, ikinci viyana kuşatması'nda uğradığı bozgunla karlofça'ya giden yolu açmış ve ötekilerin bütün çabalarını boşa çıkarmıştır. bu külliyenin dershane-mesciti de sekizgen biçiminde ve minaresiz. cadde üstünde olan dükkânları genişleme sırasında yıkılmış. medrese sağlam artık. on odası var ve ortadaki avluyu üç yanından kuşatıyor. köşesinde beş cepheli güzel bir sebili de var. bu küçük alana bir de sibyan mektebi sığdırılmış. yanındaki su deposunu da unutmayalım. külliye'nin yanindan denize doğru açılan gedik paşa caddesine girerseniz, az sonra solunuzda fatih'in son sadrazamı (rum asıllı) gedik ahmed paşa'nın önce camiini, sonra da daha ilginç bir yapı olan hamamım göreceksiniz. paralel bali paşa sokağında ise 1914'te amerikalıların yaptığı, şimdi ermenilere verdiği protestan kilisesi'ni bulabilirsiniz. buralarda gedikpaşa çarşısı canlı ve renkli. o arada azak apartmanları bu yakanın erken batılı apartman örneği olarak ilginç. eski azak tiyatrosu da güllü agop'un tiyatrosunun yerinde yapılmıştı. şimdi o da yok."

    ilerlemeye devam ederken tekrar karşı tarafa geçmeniz gerek. çünkü çorlulu ali paşa medresesi var. "18. yüzyılda inşa edilmiş. burada da, pek ilginç olmayan bir cami, özellikle de hoş bir nargile kahvesi olduğu için çok daha ilginç bir dershane ve çoğu halıcı dükkânı haline gelmiş medrese odaları." burada yorulduysanız ilk molanızı verin, bir elmamızı için derim. kısa bir dinlenmeden sonra, az ileride "bir bahçe (hazire) içinde koca sinan paşa külliyesi'nin önündeyiz. enderun'dan yetişme, arnavut asıllı sinan paşa yemen ve tunus fatihi olarak tanınır. burada, on altı kenarlı olan türbesinden başka, küçük bir medrese ve ilginç bir sebil görüyoruz. mimarının davut ağa olduğu biliniyor. mezar taşlan da incelemeye değer." mezar taşlarını okuyabilen insanlardan değilseniz canınızın sıkıldığının farkındayım o yüzden ilerlemeye devam edelim

    hemen sağda ilk kapıdan, berber dükkanından değil cami'de* içeri giriyoruz. karşımızda atik ali paşa camii var. iki girişi var bu caminin. isterseniz düz devam edip kendinizi kapalıcarsı'yı hemen yanıbaşınızda veya nuriosmaniye'nin o muhteşem görünüşüne kaptırabilirsiniz. ama size tavsiyem daha yeni restorasyondan geçmiş bu camiyi gezmeniz. "gene bir ii. bayezid dönemi devlet adamı, gene fetih öncesi özellikler gösteren bir cami. burada ana mekân kare biçimindedir. dışından payandalarla desteklenmiş pencereli kasnak üstünde kubbe yükselir. mihrap kısmında bir çıkıntı vardır ve bir yarım kubbeyle örtülüdür. ilk haliyle fatih camii'nin de bu plana göre yapılmış olduğunu biliyoruz, (tabiî çok daha büyüktü) külliye binalarından pek bir şey kalmamış ama medresesi, caddenin karşı tarafında duruyor. yol genişletilirken o da biraz tıraşlanmış. on iki odası ve ortada kare planlı bir dershanesi var. bir süreden beri kültür vakfı'nın elinde. eskiden kitap satışı olurdu ama şu anda boş hatta ne hazinki bazen ehliyet kursu ilanı falan görüp deli oluyorum." camiyi gezdikten sonra girdiğimiz kapıdan çıkıyoruz. kenardan yürümeye devam ederken osmanlı'nın neden mezarlarla iç içe yaşadığını veya mezartaşlarınıdaki farklılıkların nedenini arkadaşlarınızla tartışabilirsiniz.

    ve çemberlitaş meydanına geldik. beyazıt meydanı'ndan sonra yeni bir meydan karşımızda. çemberlitaş meydanı'na geldik. milion'dan sonraki ilk meydan. konstantin forumu'ydu burası ve sütunun üstünde de kenti kurmaktan başka hıristiyanlığı serbest bırakan imparatorun "lir çalan apollo" kılığında bir heykeli vardı. heykel yok olalı çok oluyor da, 18. yüzyıldaki bir semt yangınından sonra sütunun ayakta kalabilmesi için demir çemberler takıldı. ama o da ne. belediye iki senedir restore edeceğim diye ünlü cemberlitas'ı kapatmış resmen. oraya gelen binlerce insana sadece cemberlitas'ın fotoğrafının olduğu bir açıklama koymuş ne bitiş tarihi belli, ne de ne yapıldığı. boşverin "burası türkiye" edebiyatı yapmadan sol taraftaki dışı temizlenmiş, daha yeni inşa edilmiş gibi duran mükemmel bir barok örneği nuriosmaniye camii'ne gözlerinizi cevirin.

    cemberlitas'ı ve durağı geçtikten sonra meshur cağaloğlu hamamı karsılıyor. simdi sizi tekrar karsıya almak zorundayım cünkü şu anda faaliyette olan ender medrese türü çalışan yerlerden birindeyiz. kubbealtı'ndayız. köprülü tarafından yapılmıstır burası. daha sonra kubbealtı vakfına devredilmistir. büyük ihtimalle iceriye rahatlıkla girebilir, külliye'yi gezebilir ve istanbul üzerine cıkan kitapları ucuza satın alabilirsiniz. "köprülü külliyesi'nin başka binaları: cami, medrese, türbe. han da arkamızda kalıyor. girişi vezir hanı caddesinde. köprülü mehmed paşa son devşirmelerden biridir. arnavut asıllıydı. hâlâ çocuk olan oğlu iv. mehmed ile birlikte, devletin geçirdiği depremleri bir türlü durduramayan turhan sultan, artık iyice yaşlanmış ve pek fazla da tanınmayan bu veziri 1656'da sadrazamlığa getirdi. bu sert paşayla birlikte, artık yaylan gıcırdayan devleti bir süre daha ayakta tuttu. ama ahali herhalde köprülü mehmed paşa'nın sertliğinden pek hoşnut değildi ki şimdi önümüzde duran açık türbesine bakarak, "paşa, mezarına rahmet yağsın da gazabını dindirsin diye tepesini açık tutmuş" tarzında yorumlar yaptılar. cadde üstünde dershane ve mescit olarak yaptırılmış küçük bina var. sekizgen planlıdır. minaresi yoktur. avlunun öteki tarafında şimdiye dokuz odası kalan medreseyi görürüz. oğlu fazıl ahmed paşa'da köprülü'nün türbesinde gömülüdür." tekrar sizi karşıya alıyorum ve eskiden hamam olarak hizmet veren ve şu anda lokanta olarak hizmet eden içi ilginç binaya girmenizi tavsiye ediyorum. tabi ki bir şeyler atıştırmanız için değil, yoksa geziniz orada noktalanabilir, turistlere hitap ettiği için ucuz değil normal olarak.

    eski hamamın biraz ilerisinde basın müzesi karşılıyor sizi. işte divanyolu'nda tek müze. mutlaka gezilmesi gerek. "bu binayı safvet paşa, darülfünun (üniversite) olsun diye yaptırmış. mimarının fossati olması muhtemel. istanbul'da "üniversite" olsun diye birçok bina inşaatına başlanmış, ama bitmeden bina başka devlet dairesinin elinde kalmış." basın müzesini gezdikten sonra aşağıya doğru yürümeye devam ediyoruz. karsımıza cok tartısılan ıı abdulhamid'in türbesi çıkıyor. "yaptıran, ii. mahmud, tarzı gene "ampir"dir. içinde mahmud'un yanı sıra oğlu abdülaziz ile torunu abdülhamid'de yatmaktadır. hazirede ise şeyh bedreddin'den sait halim paşa'ya kadar birçok ünlü kişinin mezarı vardır. saltanat sonrası ölen osmanlılar da, saltanatın sona ermesinde bir miktar payı olan ziya gökalp de buradadır." mezartaşlarını görmek, yıllar içinde olan değişiklikleri hissetmek ve artık hiçbir ideolojik anlamı kalmayan (ismi dışında) türk ocağı'nda bir çay içelim derseniz çok iyi edersiniz çünkü yolumuz uzun ve sirkeci'ye kadar böyle otantik ve ucuz yerler bulmak kolay değil. cayınızı içtikten sonra daha kırmızı ısıkta beklerken kösedeki çeşmeden hararetinizi giderin. bir dakka köprülü kütüphanesini unuttuk.

    suyunuzu için ve geriye doğru birkaç adım atın. karşıya bakın. yok piyer loti'ye yemeğe değil, küçük bir kutu gibi duran, bana her zaman mazlum gözükmüş, daha bir kere içeriye bir kişi girerken görmediğim köprülü kütüphanesi var karşıda. az aşağısında ise "eski konservatuvar var şimdi eminönü belediyesi oldu ve yeni, ama eski tarza uygun yapılmış bir bina da eklendi. bu arada orada olduğu bilinen theodosios sarnıcı da ortaya çıkarıldı. belediye binasından girip bu güzel, orta boyda, 5. yüzyıldan kalma sarnıcı görebilirsiniz." buradan tekrar aşağıya doğru inmeye devam ediyoruz. karsılıklı lokantalar ve alışveriş yerleri. bu dükkanların sonlarından birin de yeni açılan güzel bir kitabevi her ne kadar genellikle yabancı turistlere hitap etse de istanbul ve türkiye üzerine birçok güzel kitap var. ayrıca dükkandaki bayanlarda çok yardımsever.

    neyse kitapçıdan çıktık ve az ileride sağda sultanahmet adliyesini gördük. tabi oraya gidecek vaktimiz yok. düz yürümeye devam ediyoruz. sağımızda güzel bir park var içinde. içinde mehmet akif ersoy'un bir türlü temizlenmeyen büstü var. cok mahzun duruyor ama sultanahmet'e de 24 saat bakması belki onu rahatlatıyor. bu parkın sonundan sultanahmet meydanına ve camisine bakmanın doyumu yok. fotoğraf çektirmek için en mükemmel manzaralardan biri.. hatta eskiden burada çok ucuza şip şak resminizi cizen bir yaşlı amca da vardı ama artık görünmüyor ortalıkta.

    parkın sonunda sola doğru çıkarsanız, tramvayın hemen sonundaki "bir bahçe içinde duran firuz ağa camii'ne bir göz göze gelirsiniz. ta ii. bayezid zamanından, yani kentin en eski camilerinden biri. zaten tek kubbesi, duvardan destek alır. minaresi nedense sağda değil, soldadır. yaptıran hazinedarbaşı firuz ağa'nın türbesi de bahçededir." karşıda ise "şimdi türk edebiyatı vakfı olan ama edebiyattan çok halıyla iştigal ettiği izlenimini veren, cevrî kalfa sibyan mektebi'ni görüyoruz. iii.selim'i öldüren zorbalar, sonradan ii. mahmud olacak şehzadenin dairesine öldürmek üzere saldırınca onu sarayın damına kaçıran, saldırganları oyalamak için de mangaldaki külü gözlerine savuran yürekli kadın. eline geçeni hayrata yatırmış." edebiyat vakfı'nda kitaplar çok ucuzdur o yüzden kısa bir süre için de olsa içeri girmenizi tavsiye ederim. üçüncü kitapçı ziyaretinden sonra aşağıya doğru bir sürü sultanahmet köftecisi olduğunu iddia eden lokanta ile karşılaşırsınız. size en mütevazi olanına girin derim bence. öğrenciye orası yakısır zaten. neyse yemeğimizi yedik ve aşağı yürümeye devam ediyoruz.

    lokantalar bitti ve küçük bir meydana geldiniz şimdi tam ortasında adını hatırlayamadığım bir heykel var. orada her çeşit insanla karşılaşabilirsiniz, size bir şeyler satmak isteyen çocuklar, lisansız rehberler, dinlenenler vs. hemen aşağıda million taşı vardır. ". bu taşın adı enflasyondan ötürü "milion"a çıkmadı; uzunluk ölçüsü "mil"den geliyor. kent dünyanın merkezi, bu nokta da merkezin merkeziydi. şimdi burada gördüğümüz sütun, dört ayaklı bir kaide üstünde yükselen ve üzeri de bir kubbeyle örtülü olan ilk anıtın küçücük bir parçasıdır. aynı sırada yer alan, 68 sonrasında, batı'da hippieistan ile doğu'da nepal ve katmandu arasında uzanan "esrarengiz" yolun belli başlı duraklarından "pudding snop" hâlâ duruyor." ve işte ilk güzergahımız burada bitti. yani beyazıt-sultanahmet arası. şimdi ikinci güzergahımız başlıyor. lafı murat belge'ye bırakıyorum.

    şimdi, milion taşı'nın yanından harekete başladığımız üçüncü geziye hazırlanıyoruz. burası "dünyanın başladığı yer" olduğuna göre, bizim de sık sık buradan yola çıkmamız doğal.

    bu gezide sirkeci'ye doğru yürüyeceğiz. ama önce soğukkuyu, soğukçeşme kısımlarını tamamlayalım. ayasofya'nın önünde durup karşı kaldırıma baktığımızda yücel dershanesi ile yanında bazı eski duvarlar görüyoruz. dershane, zamanında suriyeli bir tüccar ailesi olan abud ailesinin çeşitli konutlarından biriydi. sonra uzun zaman ymca (young men's christian association) olarak kullanıldı.

    yanındaki yan yıkık duvarlar ise çok daha eskiden kalma. burada bizans'ın ayasofya'dan eski olan panayia halkoprateia kilisesi vardı. bir zaman patrikhane kilisesi bile olmuştu. adının da ima ettiği gibi, kentin bu bölgesinde bakırcı esnafı yerleşmişti. 1204 latin işgalinde bu kilise de iyice soyuldu. 1484'te yarı yıkık bir durumdayken onarımdan geçirip camiye çevrildi (acem ağa mescidi adıyla bilinir) ama bu cami de günümüze kalamadı.

    şimdi sağımızdaki sokağa sapalım. birtakım oteller arasından geçerek, ön cephesi terk ettiğimiz tramvay yolunda olan soğukkuyu ya da cafer ağa medresesi'nin girişine geleceğiz. solumuzda, onarımdan geçerek iyice modern görünüm almış kagir bir bina duruyor. mütareke sırasında istanbul muhafızlığı yapan çerkeş asıllı abud ahmed paşa'nın konağıydı burası.

    cafer ağa medresesi boş dururken yeniden kullanılır hale geldi. çeşitli el sanatlarıyla uğraşanlar medrese hücrelerini atölye haline getirdiler. sanının bu sanatlar öğretiliyor da burada. kahvesi var, sevimli bir yer.

    medreseyi yapan mimar sinan, yaptıran da kızlar ağası cafer ağa'dır. buradan devam edince sokak bizi çelik gülersoy'un kavga döğüş restore etmeyi başardığı soğukçeşme evlerine ya da ayasofya pansiyonları'na getiriyor. bu evleri görmek için buradan saray girişine doğru bir gidip gelelim isterseniz. özelliği olan evler oldukları için birçok turist kalıyor bu pansiyonlarda. birinin üstünde, "fahri korutürk'ün doğduğu ev" yazılı. birini de gülersoy istanbul kitaplığı olmak üzere düzenledi, kendi kitaplarını da buraya bağışladı.

    gülhane'ye doğru giderken solda bir bahçe kapısı, içinde gene gülersoy'un restore ettirdiği ahşap konak, bir lokanta olarak düzenlediği sera, bir de, şimdi bar haline getirilmiş küçük bizans sarnıcı var. aynı yolun devamında, "resepsiyon" bölümünü geçince, şimdi lokanta olan daha büyük bir sarnıca geliyoruz.

    sokak bizi gülhane parkı'nın önüne getiriyor. isterseniz, buradan içeri girer, sağdaki hafif eğimli yoldan darphane'ye ya da soldan arkeoloji müzesi'ne doğru gidebilirsiniz.
    gülhane parkı olan yer de eskiden topkapı sarayı'nın bahçeleri içindeydi. yüzyıl başında cemil topuzlu halka açık park haline getirdi.

    parkın duvarından caddeye doğru çıkıntı yapan bir köşk görüyorsunuz: alay köşkü. bu yapının bugünkü şeklini 19. yüzyılda aldığı söyleniyor ama, daha önce de burcun üstünde ahşap bir köşk bulunduğu tahmin ediliyor. çünkü evliya çelebi (17. yüzyıl) padişahın burada oturup esnaf alaylarının buradan geçmesini seyrettiğini söylüyor. levnî'nin minyatürlerini yaptığı türden bir alay. köşkün işlevi buydu. şimdiki binayı balyanlar'dan biri yapmış olabilir.

    karşı kaldırıma geçelim, hattâ biraz da geriye doğru yürüyelim. önünde çok gösterişli sebiller olan bir camiye geliyoruz. zeynep sultan camii. iyi de, bu zeynep sultan iii. ahmed'in kızlarından, yani 18. yüzyılın ilk yarısı. sebil ise i. abdülhamid'in külliyesinden, yani aynı yüzyılın sonu. iv. vakıf hanı'nın önünde cadde genişletilirken, abdülhamid külliyesi'nin yolu tıkayan sebili sökülüp buraya taşınmıştı. onun için böyle. hayatı epey acılı geçmiş bu padişahın, camii beylerbeyi'nde, külliyesi bahçekapı'da, sebili de gülhane'de. epey dağınık bir manzara arz ediyor. sebilin taş işçiliği çok güzel. cami taş ve tuğla.

    çok dikkat çekici bir özelliği görünmüyor, çağına uygun barok tarzda, ama sade bir yapıdır. kubbenin oturduğu kasnak içeriden tromplarla desteklenmiştir. arkasında bir de sibyan mektebi vardır.

    gülhane kapısının karşısındaki 19. yüzyıl binası soğukçeşme askerî rüşdiyesi olarak yapılmıştı. daha sonra morg haline getirildi. seksenlerde devlet güvenlik mahkemesi olarak kullanıldı. şimdi de çocuk mahkemeleri oldu. işlevsel anlamda değilse de, binanın kendisi oldukça güzel.

    bu kaldırımdan bakınca, karşıda, bab-ı ali'nin arka kapısını seyrediyoruz. ama şimdi bab-ı âli konusuna girmeyelim, çünkü onu gene bu çevrede yapacağımız bir başka gezide konuşacağız. sadece, başbakanlık osmanlı arşivi'nin burada, bab-ı ali kompleksi içinde olduğunu söyleyelim. dünyanın en zengin arşivlerinden biridir.

    sola sapıp biraz yürüyoruz. karşı köşede gene bir külliye içinde bir cami görülüyor. burası da beşir ağa'nın külliyesi. gene 18. yüzyıldayız; hacı da olan kızlar ağası beşir ağa ("beşir", siyah hadımlara en sık verilen adlardandır) uzun yaşadı. iii. ahmed zamanında sarayda yükseldi, ama patrona isyanı'ndan sonra da yerini korudu. ne zaman doğduğunu tabiî bilmiyoruz, 1650 dolayları olmalı, çünkü 1746'da, doksan küsur yaşında öldü. külliye, lâle devri sonrası devam eden baroka uygun, iddialı değilse de çok zarif binalardan oluşuyor. kentin fazla bilinen yapılarından değil ama daha fazla bilinmeyi hak ederdi.iki katlıdır; eğime uyularak avlu yükseltilmiştir. güzel sebili sokak üstünde bir köşede, cümle kapısı da öteki uçtadır. şadırvanı ve tuvaletlerine avludan bir merdivenle inilmektedir. camiden ve sebilden başka medresesi, kütüphanesi ve tekkesi vardır. tekke binası külliyeden ayrı, arkadaki bir sokaktadır. bu sokaktaki binaları istanbul valiliği "sivil toplum"a terketmiş anlaşılan. ama sivil toplum da verileni almamış gibi görünüyor. beşir ağa külliye'den başka kapalıçarşı'nın mercan kapısı yanında bir çeşme, eyüp'te başka bir kütüphane, kahire'de bir mektep yaptırmıştı.

    külliye'nin az ilerisinde adı nedense ün kazanmış şengül hamamı vardır ve belki bu ünden ötürü şimdiki sahibi burayı köşk hamamı olarak yeniden adlandırmıştır. bunun yapılışı bayağı eskiye, fatih'in sadrazamı mahmud paşa'ya kadar gidiyor. hamamlar genellikle çok dayanıklı olmayan binalardır. herhalde bu da o zamandan bu zamana çok değişiklik geçirmiş olmalı. şengül hamamı'nı da gördükten sonra biz gene asıl güzergâhımıza, tramvay yoluna dönelim. alay köşkü'nün az ilerisinde bir binanın bodrumunda ayios therapon ayazması vardı. ama hâlâ burada su akıyor mu, bilemiyorum.

    sirkeci'ye gelirken solda, şimdi büfe olmuş bir sebil görüyoruz. köşede duran yapı "muradiye sebili" olarak tanınıyor. oysa yaptıran mirmiran mehmed paşa ve yapılışı da 16. yüzyıl sonlan olmalı. "muradiye", üç aylık saltanatı sırasında v. murad'ın onarımını yaptırmış olmasından ileri geliyor. zavallı murad'ın bu korkunç üç ay içinde böyle bir işe yetişmiş olması da şaşılacak şey.

    dörtyol ağzına geldiğimizde, kısa bir süre, tramvayı bırakıp ters yöne gidelim, cağaloğlu'ndan yukarıya biraz tırmanalım. soldaki ilk sokağa girdiğimizde, dibinde, yenice restore edilmiş bir hamam var. burada vaktiyle birkaç katlı bir apartman vardı; bunun bir katında da, bab-ı âli yazar çizer takımının zaman zaman gittiği bir meyhane çalışırdı. sonra bir gün binayı yıktılar: içinden hamam çıktı! istanbul böyle bir kenttir. olmadık yerden olmadık bir şey çıkabilir, çünkü birçok yerinde sonradan gelen önceden olanı yutarak üstüne kurulmuştur.

    hemen karşısında da hoca paşa camii duruyor. banilerinin aynı olmadığı söyleniyor. camiyi 16. yüzyıl sonunda, üveys paşa yaptırmış. ama herhalde çok onarım görmüş olmalı, çünkü 19. yüzyıl özellikleri ağır basıyor.

    biraz daha tırmanınca ebusuud caddesinin ankara caddesiyle birleştiği köşede, eski meserret oteli ve pastanesini görüyoruz. bu binayı da vaktiyle abud kardeşler yaptırmış. unlu bab-ı âli baskınında, bir kısım ittihatçılar burada oturarak sahneye çıkma sıralarının gelmesini beklemişlerdi. bab-ı âli olduğu yıllarda, yani yetmişlere kadar, yazarların da uğradığı, buluşup hoş beş ettiği bir mekândı.

    karşı sırada yine ilginç bir kompleks var. dükkânlar sırası içinde, afitab'ın yanındaki bir kapıdan bir avluya geçiyorsunuz. avluda yangın geçirmiş ve henüz onarım görmemiş iki güzel 19. yüzyıl yapısının iskeletleri duruyor. bu dükkân ve işyerlerinin bazılarının içine girmeyi başarabilirseniz, cenevizliler'den olduğu söylenen bazı taş duvar kalıntılarını da görebilirsiniz - ama başarırsanız!

    bab-ı âli'yi öteki geziye bırakıp geri dönelim. halil lütfü dördüncü (bab-ı ali'nin cimriliğiyle ün yapmış patronu) hanlarından birinin önünden geçerek sirkeci garı'na geliyoruz. gar binasını alman mimar tachmund yapmıştır. demiryolu'nun yapılması abdülaziz'in saltanat dönemindeydi. demiryolunu gene almanlar inşa ediyordu ve orient express'i de taşıyacak olan hat burada bitiyordu. tachmund, epey daha sonra 1890'da, "doğulu" motifler katarak "yerlileştirdiği" gar binasını tamamladı. dört beş yıl sonra da beyoğlu'nda pera palas yapılacak, sirkeci'de inen yolcular kentte kendilerine lâyık bir otele gideceklerdi. garın lokanta bölümü, başka ayrıntıları, oldukça hoştur.

    şimdi biraz sapa kalan bir yere gitmemiz gerekiyor: sepetçiler kasrı'na. ama her yere sapa kalıyor. zamanında topkapı sarayı'nın bütün çevresi, deniz kıyılan, boy boy, çeşit çeşit köşkler ve kasırlarla kuşatılmıştı. çoğuna ayrı ayn işlevler de verilmişti. ama içlerinden yalnız bu kasr bugünleri görebildi. "sepetçiler", saray muhafızı bostancı birliklerinin bölüklerinden birinin adıydı. bu kasrı onlar finanse etmemişse de, herhalde inşaatında çalışmışlardı. yaptıran padişah, ibrahim'dir. uzun zaman harap bir şekilde durduktan sonra nihayet seksenlerde başarı derecesini ölçemediğimiz bir restorasyondan geçti. şimdi uluslararası basın merkezi oldu ama ilk restorasyon amacı olan lokanta işlevini de bazı biçimlerde yerine getiriyor. sepetçiler'den karşı kaldırıma geçip sirkeci'ye dönelim. muradiye'den hamidiye'ye girdiğimizde, bir süre önce, yerinden olmuş hamidiye sebili'nin öteki arkadaşlarının hâlâ durduğu hamidiye külliye'sine geleceğiz. burada cadde boyunca dizilmiş dükkânların çoğu bu külliyenin medrese kısmından. türbe ve hazire de onların bitiminde yer alıyor. imaret ve sibyan mektebi ise büsbütün yıkılmış. borsa'ya bırakılan binalar duruyor. ancak, bu sokak içinde bulunan yıldız dede hamamı'ndan da bugüne bir şey kalmadı.

    külliyenin tam karşısında, bir kısım binaların yerine yapılan 4. vakıf han duruyor. millî mimarlık akımının baş temsilcisi mimar kemaleddin bey'in önde gelen eserlerinden biri. osmanlı'nın son demlerinde, modern hayata uygun iş hanlarına yoğun ihtiyaç vardı. vakıf hanları ile bu ihtiyaca karşılık vermeye çalışılıyordu. 1911'den 1926'ya kadar yapımı süren bu bina benzerleri arasında en güzel olanıdır, diyebiliriz. burada sokak içindeki sansaryan han da uzun zaman istanbul'da polisin belli başlı binası olduğu için epey bir şöhret yapmıştı. hamidiye caddesi gene bir dörtyol ağzında bitiyor.

    buradan sola saparak yürürsek, köşede bir vakte kadar sümerbank, ondan önce bi-ba-bo, ondan önce de "oroz dibak" olan mağazaya geliriz. ama biz bu turda böyle çarşı pazar işine fazla karışmayalım. dörtyoldaki iş bankası alıcı gözle bir bakışa değer. biz bahçekapı'dan, nimet abla'ya doğru gidelim. burada ahşap arpacılar mescidi var. onun bir iki bina ilerisinde bir banka. eskiden burada ibadethane olmaktan çıkmış bir sinagog binası vardı ve burası ege lokantası'nın yeriydi. adı ege lokantası ama herkes "havra" derdi. sonra burayı başka bir banka aldı, lokanta da eminönü meydanı'na taşındı. yeninin eskiyi yutmasından söz ediyordum: eski havra şimdiki banka binasının içinde kaldı.

    biz de meydana çıkalım. son olarak bir de hidayet camii'ne bakalım. doğrusu, turu daha güzel bir binanın anılarıyla kapamak isterdim. bu cami ise pek güzel değil. ama sonuç olarak, burada, eminönü meydam'ndayız. bakacak, kurcalayacak çok şey var. bir sandalyeye çöküp yorgunluk çıkarmak için de çok yer var. hidayet camii'ni ilkin ii.mahmud, ama o ahşap cami ortadan kalkınca abdülhamid yaptırmıştı. tasarımını vallaury'nin yaptığı söylenir. vallaury şüphesiz iyi bir mimardır ama onun yapacağı binanın klasik osmanlı tarzıyla bir ilgisinin olamayacağına da şüphe yoktur. yorulmadıysanız, yenicami'yi veya rüstempaşa camiî’ni ziyaret edebilir, mısır çarşısı'nda alışverişinizi yapabilirsiniz.

  • kuzenim, 14 yaşındaki oğlunun facebook mesajlarına bakmaktadır. "yin yang, gel gel beraber okuyalım çok komik" çağrısıyla birlikte bu eşsiz günaha katılıyorum. yazışmalar muazzam.

    ilk mesajla birlikte her şey hızla gelişiyor..

    erkek: beni eklemişsin? tanışıyor muyuz?
    kız: ben sizin okuldan bilmem ne sınıfından bilmem kim. ben seni tanıyorum ama demek ki sen beni tanımıyorsun.

    araya birkaç kısa geyik serpiştirildikten sonra:

    erkek: çıkalım mı?
    kız: düşünmem lazım..
    1-2 dakika sonra kız: düşünüyorum...
    1-2 dakika sonra kız: tamam kabul ediyorum.
    erkek: oleyy. çok sevindim :)))

    5 dakika sonra erkek: aşkım?
    kız: aşkımmmm.

    yarım saat sonra erkek: o senin fotoğrafının altına yazıp duran lavuk kim?
    kız: salağın teki ya boşver. peşimde koşup duruyo. yüz vermiyorum. önemli biri değil, kafana takma.
    erkek: benim için önemli ama!..
    kız: ya boşver, yakında vazgeçer zaten.
    erkek: neyse ben onu hallederim en kısa zamanda..

  • 559c numaralı iett otobüsünde yanına oturduğum güzel kızın, kulaklarımızda kulaklık olmasından mütevellit, telefonunun notlar kısmına "beşiktaşa yaklaşık kaç dakikada varırız sizce" yazıp beni dürterek bana okutması ve benim de karşılık olarak, cevabı buğulu cama yazmış olmam.

  • "küçükken evine atari oynamak için gittiğim arkadaşım vardı.
    5 dk oynatıp adaptör isındı diye kapatırdı. geçen arabaya aldım motor isındı deyip indirdim hıyarı"

  • - kuzen italya'dan gelecek yarın sabah onu alacam havaalanından...

    - kuzenimin sevgilisi gelecekmiş bugün...

    - bizim kuzen de kısa film işleriyle uğraşır...

    - tatilde kuzenlerin yazlığına gideceğim...

    - kuzenle çok eğlendik yaa

    kim abi bu kuzen herkes kuzenini anlatıyor diye sordum kendime. ne güzel kuzenler bunlar. kuzenler ne kadar karizmatik, ne kadar eğlenceli ve sempatik. herkesin ne kadar orijinal kuzenleri var.

    kuzen ben de halamgilin oğluna denk geliyor. kendisi traktör gibi heriftir. belki de sırf bu yüzden ona hiçbir zaman kuzen demedim. adam ozan arif, cengiz kurtoğlu dinleyip, kartal'la tur atardı şehrin sokaklarında; hala kurtlar vadisi izler mesela. son yıllarda artık geçim derdinde; göbeği de saldı. amcamgilin oğlu versiyon kuzen de öyle adam direksiyonun koynuna girmiş bıçkın şoförler gibi servis çekiyor sultanbeyli'de. kimseye de eyvallahı yok sorsanız.

    o yüzden bende kuzen filan yok, halaoğlu dayıoğlu var. bi milletin kuzenlerine bakıyorum; bi' benim amcaoğluna bakıyorum başım dönüyor şerefsizim.

  • batma sebebi euro bölgesinde olmasidir. yoksa turkiyeden cok daha saglam bi ülke.

    turkiye euro bolgesine girse muhtemelen 3 gün dayanamaz.

    şöyle düşün; 1500 tl maaş alan bi memur her hafta sonu çeşme beach clublerinde takilsa ne olur?? kısa sürede iflas. yunanistanin durumu budur.

    turkiye ise asgari ücretli işçi gibi ama evden dişari çikmiyor. soğan ekmek yiyor (yaşam standartlarimizi temsilen)

    bu yuzden daha direncli. saglam ekonomi gibi gorunuyoruz. halbuki hayatlarimiz leş.

    ha o zaman eurodan niye cikmiyorlar diye bi soru gelebilir. bu saatten sonra o da sancili olur. borçlar euro cunku.

    mustafa pektemekle 1.7 milyondan 4 yillik sozlesme imzalayip 2. sene sonunda seni gonderecegiz demek gibi bir sey bu. istedigin kadar gönder, o 4 yillik maaşi sana ödetirler.

    edit: yanlis anlasilmasin. euro herkesi batirir demiyorum. almanya gibi iyi bi uretiminiz ve gucunuz yoksa batarsiniz euroda. turkiyede euroya gecse iflas eder. hatta yunandan beter olur. demek istedigim bu.

  • etrafımda gördüğüm sayısız güzel kadının evleneceği gün palyaçoya dönüşmesinden çıkardığım sonuç. çevremde birçok kişi aynı fikirdeyken, muhteşem yüze sahip kadınların o gün yüzlerini boya badanaya boğarak neden çirkinleştirdiklerine anlam veremiyorum.

  • bence ki aslında bunları yazmak için hala çok erken, bu sene duygusal davranarak büyük hata yapmış olan head coach.

    bryant dunston, ölene kadar efes organizasyonu içinde yer almasını istediğim inanılmaz pozitif ve iyi huylu bir adam. prime zamanında ivkovic ile gidilen yapılanmada efes'e geldi ve her sene takıma çok iyi katkı verdi ancak her şey gibi o da zamana yenildi. yaşadığı talihsiz soğutucu sakatlığından sonra bir türlü eskisi gibi dönemedi ve her geçen gün daha kötüye gidiyor. bu sene dunston'ı değiştirip, kendisini de organizasyon içinde profesyonel olarak görevlendirecek fırsat vardı ancak ergin hoca bunu tercih etmedi. hem tarik black hem othello hunter bu açığı tam manasıyla kapatabilirdi oyuncu yapısı olarak ancak efes dunston ile devam etti ve sonuç şu an için iyi görünmüyor.

    tibor pleiss, aslında sakatlanmasa kadroda bundan iyi 3. pivot bulamazsın. ancak tibor sağlıklı kalamıyor ki bu tibor'un 1 senelik sorunu değil. tüm kariyeri bel ve diz sakatlıklarıyla geçti alman pivotun. sonuç olarak parkede 15 dakikaları bile göremeyen bir oyuncu ve reynolds, fall, mickey, jekiri gibi bu sene transfer yapmış adamlardan biriyle değiştirilebilirdi ancak yine hoca tibor'u tutmayı tercih etti.

    james anderson, abd'li kısa forvet aslında geçen seneki performasıyla bu sene kalmayı hak etti diyebilirim ama yine de market kısa forvet anlamında oldukça uygundu. hem hanga hem fontecchio ile bu değişim yapılabilirdi, simon'un yaşı da göz önünde bulundurulunca hırvat oyuncunun yükü oldukça hafiflerdi. aslında hoca bu pozisyona papapetrou'yu ısrarla istedi ancak yunan oyuncu takımında kalınca çok da ısrarcı olunmadan anderson kaldı. açıkçası 1 hanga hamlesi efes'in hem savunmasına ciddi katkı verirdi hemde rebound konusunda daha rahat olmasını sağlardı diye düşünüyorum.

    adrien moerman, net bir şey söyleyeyim tutmazdım. zaten o da barcelona ile anlaşma noktasına gelmişti ve veda bile etti ancak ergin hoca telefon açarak kendisini takımda tuttu. şimdi de rotasyonda singleton'un oldukça önünde yer alıyor ki form olarak hak etmemesine rağmen. direkt rakipler buraya mitoglou, melli, polonara, d.williams, yabusele, kuzminskas eklemişken moerman'ı değiştirmek en doğrusu olacaktı. ergin hoca yine buraya vezenkov'u ısrarla istedi, 2 yıldır da kovalıyordu ancak olmadı. olmayınca yine eldeki elma daldakinden kıymetli hale geldi market içinde, aynı anderson örneğinde olduğu gibi.

    takım kimyası ve süreklilik için bunlar belki olabilecek hamleler ancak efes artık bir amacın takımı değil, amacın kendisi. nasıl ki bu takım kurulurken ergin hoca fenerbahçe'yi yenecek takımı planladı, rakipler de efes'i yenecek eklemeleri ve oyun anlayışını geliştirdi. bunun ön izlemesini geçen sene gördük şimdi bire bir yaşıyoruz. ergin hoca bu sene biraz duygusal davrandı ve bence hata etti. tabi sezonun çok başı, takım ne yapar ilerleyen haftalarda göreceğiz. konuşmak için henüz çok erken. umarım yanılan ben olurum.

  • sene.. eski. 4-5 yaslarindayim.

    arkadaslarim cikolatali gofret yiyor. ben yemezdim oyle seyler, bize almazdi bizimkiler. ulasamadigin seye bir zaman sonra sevkin de gidiyor.

    cikolatalar, kekler, dondurmalar yiyor arkadaslarim. teklif de etmezlerdi paylasmayi, soramazdim da. oyle, onlar yerdi, ben de acikinca salcali ekmek almaya eve giderdim.

    bir gun arkadasim gene cikolatali gofret yiyor, bana minik bir parca kopardi verdi. yemem falan dedim, ama verdi gene de. agzima bir attim...

    arkadaslar, yemin ederim nerdeyse aglayacaktim. bir sey bu kadar mi guzel olabilir ya. bak hala o hissi yasiyorum. agzimda cennet vardi sanki ya. gozlerim doldu, damagimda dagildi.. yalandim kaldim, arkadasima dondugumde coktan bitirmisti. kabini yere atti cikolatanin, sonra annesi cagirdi gitti.

    ben hemen kostum, arkadasin yere attigi cikolata kabini aldim. onu duz bir zemine koyup ellerimle guzelce utuledim. of yesyeni gibi bir cikolata kabim olmustu. yazilarini falan denk getirdim. bana bu kadar mutluluk veren bir seyin hatirasinin bu kadar kolay kaybolmasina izin veremezdim. guzelce katladim, arka cebime soktum.

    ne zaman yeni pantolon giysem, annemden gizlice o pantolondan digerine aktariyordum. uzun sure bu boyle gecti. yanimda baya bi tasidim o cikolata kagidini.

    bir gun annemle yuruyoruz, yerde bi kagit para buldum. anne para dedim. aldi annem, aklim paraya da yetmiyor ama yerimde kipir kipirim. paramiz var mk.

    kekeleye korka, bakkalin ordan gecerken anneme anne bana cikolata alalim mi dedim. bakti yan soyle, olur dedi. bakkala girdik, ne istiyorsun diye sordu annem. hemen cebimden fisek gibi utulenmis cikolata kagidini cikardim, bundan dedim.

    annem once bir sok oldu, ama aldi cikolatayi. ben o cikolatayi minik minik gunlerce yedim; agzima aci tadi geldiginde, bozuldugunda yarisi bile bitmemisti.

    o cikolatanin utulu kagidi hala annemlerin evde bir sandigin icindedir, atmadilarsa...

  • ailesinde "dindar", "sofu", "hacı"; annanneleri, babanneleri olanlar bilirler. bu güzel ninelerimiz yılın üçte ikisini oruçlu geçirirler. haberimiz bile olmaz oruçlu olduklarından. o gün öğle çayı için muhteşem şeyler hazırlamışızdır.

    "nene gel hadi, zeytinyağlı kuru patlıcan dolması yaptık", deriz.

    "oruçluyum ben evladım, siz yiyin. kalırsa akşama yerim ben" der.

    "valla kalmaz akşama" deriz. nafile oruç sonuçta. bozsa yerine 1 oruç tutacak sonraki gün. yine de kıyamaz orucuna. "olsun evladım, sonra yine yaparsınız" der.

    o tespihini çeker biz de zıkkımlanırız bi güzel. ne gizli saklı yeriz, ne de o başka bir yere gider.

    "akşama kalmaz" dendiğine de bakmayın, illa ki ayrılır ona bir tabak, akşam iftar ettiğinde yesin diye.

    anlayan anladı. anlamayana da... babannemin bi lafı var da... kalsın.

  • kötü bir trol başlığı. artık o kadar belli ki bıktırdı iyice bu tür trafik yaratıcı clickbait tarzı başlıklar.
    böyle bir olay olmaz demiyorum ama başlığı açan kişinin tarzı çok belli ki böyle bir kadını uzaktan 100 metreden anlayabilir ve yaklaşmaz. direkt filmin devamını anladığınızda sıkılırsınız ya filmden öyle bir şey. ilk 2 cümleden sonu belli hikayenin.