hesabın var mı? giriş yap

  • çok büyük bir iş anlaşması ettiğiniz kişi ile telde konuşurken hatta bekletiyorum diyerek telefonun tuşuna tam basamamak ve "bu godoşa ne dicez şimdi biz " demeniz(yerinyarılması ne?canlı gömün beni )

  • ben de size abd'de doktora yapmak icin gerekenleri obur taraftan anlatayim. orasi neresi diye soracak olursaniz bir admissions committee (bekle, anlaticam!) uyesi gozuyle.

    abd'de doktora yapmak icin gerekenler tabii ki oncelikle basvurmak, kabul almak ve parayi bir sekilde denklestirmek (deginecegim buna da). doktoraya basladiktan sonra bambaska dertleriniz olacak, onlara deginildi baska yerlerde, basa donecegim simdi. basvurulara yani.

    diyelim ki stanford applicationunun uzerine diet cola dokmek gibi gereksiz basliklar acmaniza sebebiyet verecek sacma seyler yapmadan basvurulari yolladiniz. bu basvurular size bir kabul veya red olarak geri donmeden once ne olur biliyor musunuz? "degerlendiriliyoooo!" diyenleri duyuyorum, aferin cocugum, cok guzel dusunmussun de degerlendirmeden kasit ne biliyor musun? onu anlatacagim, sen de ona gore hazirlarsin basvuru paketini (backwards induction yoluyla calisacagiz). bizim bolumde nasil oldugunu anlatacagim, her yerde ayni sekilde olmayabilir ama sosyal bilimlerde asagi yukari boyledir.

    basvuru zarflariniz bolumunuzun "graduate student administrator" denen sekreterine gider, programa girerseniz bu kisi sizin kaderinizi elinde tutan kisi olacaktir, ta/ra atamalarini yapar, burslarla, yeterlik sinavlariyla hep o ilgilenir, bir nevi doktora ogrencisinin dert anasidir. zarflar acilir, her basvuran icin bir dosya hazirlanir, eksik belge varsa haber verilir. dosyalar hazirlanirken ayrica bir excel dosyasi hazirlanir -bu dosyada butun basvuranlarin ozet bilgileri vardir: isim, okul, gpa, gre, etnisite (amerikalilar icin)/ulke (yabancilar icin) vs. bu on hazirliklar tamamlaninca degerlendirmeler baslar.

    degerlendirmeyi yapip ve karari verenler "admissions committee" denen ogrenci kabul komitesi diyebilecegimiz bir gruptur. cogunlukla genc asistan profesorlerden olusur ama chair'i yani baskani baba profesor olur. bizimki gibi bazi bolumler (abd olmus) doktora ogrencilerinden de dahil eder komiteye, bunlar genelde sadece fikir/tercih belirtirler ama oy haklari olmaz.

    basvurulari dosyalarda ozetlerini de bir excel dosyasinda birakmistik. gozunuzde daha iyi canlanabilmesi icin soyle bir fiziki tasvir yapayim. stanford, harvard ve ismini sokaktaki adamin bile bildigi okullara basvuruyorsaniz dosyanizin cekmeceler dolusu yuzlerce dosyadan biri, isminizin de yuzlerce satirlik bir excel dosyasinda bir satir olacagi kacinilmaz bir gercek. basvurular sirasinda yapmaniz gereken o yuzlerce dosya/satir arasindan bir sekilde siyrilmak, bunun icin yap/yapmalar az sonra...

    bu kadar cok dosyayla nasil basa cikiliyor? diyelim ki n kisi kabul edilecek ama yuzlerce basvuru var. soyle: 1. on eleme yaparak, 2. alt gruplar halinde calisarak. admissions committee'nin ilk amaci yuzlerce basvuruyu 3n ya da 4n'e indirmek olur. komite birkac gruba bolunuyor, her grup basvurularin bir kismini okuyor, okuduklari icinden bir siralama yapiyor ve en usttekileri komiteye oneriyor. yapilan bir toplantiyla al gulum ver gulum liste 3 ya da 4n'e iniyor. bundan sonra butun komite bu elemeden gecmis dosyalari okuyor, degerlendiriyor.

    simdi bu alt gruplar ilk elemeyi yaparken cogunlukla o excel listesine bakiyorlar. pakete koydugunuz writing samplelardi falandi filandi incelenmiyor. yuzeysel olanlar gre/gpa/geldigi okul kombinasyonu uzerine statement of purposei soyle bir okumayla eleme yapabiliyor, oyle yapmayan yok diyemem. daha dikkatli olanlar statemend of purpose'i dikkatlice okur, transcripte bakar, hocalarin mektuplarini okurlar, ama yine de writing samplelara bakmazlar pek. kafasinda "alotte, bir doktora programina basvurdum ama gre'm/ortalamam cok iyi degil kabul alir miyim?" sorusu olanlar su anda bazi fikirler ediniyor olmalilar. ayrica su noktada bir yabanci ogrenci olarak otomatik bir dezavantajiniz oldugunun da farkina varmis olmalisiniz: eger komiteden birisi okulunuzu bir sekilde bilmiyorsa siz herhangi bir yabanci ogrencisiniz. hatta "hmm, toefl'da full cekip ingilizce konusamayanlar var, bunun konusabildigi ne malum?" seklinde ingilizce beceriniz de suphe altindadir. eger amerika'da bir okuldan masteriniz varsa bu dezavantajlar otomatikman yokoluyor.

    su noktada statement of purpose denen 2 sayfalik mektubun onemini ayri bir paragraf acarak vurgulamak isterim. icerigi ve ingilizcesi ile iyi bir sop her derde deva olabilir, yabanci ogrenci olusunuzu, 4.0 olmayan ortalamanizi (ama 3'ten azsa zor be annem!), oeh dedirten gre sonuclarinizi unutturabilir. sop'de ilgilendiginiz konuyla kisisel bir ilginiz, baglantiniz oldugunu vurgulayin (dedication'um tam mesaji) ama "annem kucukken beni 'ah benim sosyal psikolog oglum' diye severdi..." seklinde hikayelerden siddetle uzak durun. ben su konuyu calismak istiyorum, bu konuda soyle dusunuyorum, bunun icin soyle bir teorik/metodolojik altyapim var demeniz gerekiyor. kimse sizden sop'de bir tez onerisi* beklemiyor, orada yapmayi istediginiz seyi yapmayabilirsiniz, cayabilirsiniz (ornek ben), ama bilimsel bir soru ile nasil basetmeyi dusundugunuzu gostermelisiniz. surayi okuyan kimse "ben siyaset bilimiyle ilgileniyorum, cocuklarin olmesi beni cok uzuyor, savaslar dursun istiyorum" gibi bir cumle yazmaz eminim. ama mesela "ic savas baslangiclariyla ilgili literaturu ilgiyle takip ediyorum, ic savas baslangicinda x faktorunun etkisi uzerine calismak istiyorum." gibi seyler soyleyebilirsiniz. siyaset bilimi demisken, sevgili sosyal bilimciler, allah askina "ben turkiye'nin x'ini calismak istiyorum" demeyin, asiri parochial bir yaklasim oluyor (ogrenin bu kelimeyi de, gre'de cikar falan, yardimci olmus olurum). turkiye'de yasamis bir insan olarak avrupa, ortadogu ve avrasya konularinda ister istemez bir birikiminiz oluyor, bunu vurgulayin. ille de turkiye ile ilgili bir sey calismak istiyorsaniz, deminki gibi bir cumleden sonra "bu x mefhumunu turkiye'yi bir case study olarak kullanarak calismak istiyorum" deyin (ama bu mantikli bir oneri olsun, nukleer silahsizlanma icin turkiye case'i biraz absurd kacar mesela!). su su hocalarla calismak istiyorum diye bu onerdiginiz konuyla ilgilenen proflari yazin ama arastirip da yazin "ehehe, sersem, o kisinin bununla alakasi yok ki!" diye gulmesinler. ismini duydugunuz hocalari listelemek yerine ozenle belirlediginiz bir kac isim yazin, arastirmadan isim atacaksaniz hic yazmayin. ozet: sop onemli, kasican!

    donelim ilk elemeyi gecen dosyalara: bunlar dikkatle okunur butun komite tarafindan (writing sample'lar yine de incik cincik okunmaz). sop'ler, referanslar, herhangi bir sey sizi digerlerinden avantajli/dezavantajli duruma getirebilir. ilk elemeyi gecenlerin hepsi creme de la cremedirler bir nevi, daha iyisi daha kotusu yoktur aslen. secim de eften puften olabilecegini dusundugunuz seylere kalabilir, bir referans mektubunuzda en ufak bir negatif ima sansinizi azaltirken hocanizin unu ipi goguslemenizi saglayabilir. hangisi bolum icin daha uygun olur diye bile karar verilebilir -ki bu noktada sop yine onemlidir- soyle ki: siz anadolu arkeolojisi calismak istiyorum dersiniz ama bolumde onu calisan yoktur ya da coktur*.

    bu son asamada bazi ince detaylar da var. kimse kabul etmek istemese de affirmative action diye bir durum var. genelde kadin/erkek ogrenci dengesi saglanmaya calisiliyor, bu bazilarinin yuzunu guldurse de bazilarini kahredecek sonuclar dogurabiliyor. yabanci ogrenciler ve siyah/hispanikler icin de kota belirlenebiliyor. sirf hispanik diye daha iyi beyazlara tercih edilen ogrenci gordum. ozellikle bu ilk elemeyi gecebilecek durumdaki siyah ogrencileri kapisiyor okullar, cok azlar cunku!

    simdiii, buraya kadar butun basvuranlarin siradan basvurucular oldugunu varsaydik, komiteden birinin cikip "a bu benim yakin arkadasim prof. bilmemnenin ogrencisiymis, alalim" demedigini. ama oluyor boyle seyler!!! name recognition onca dosya arasindan sizin dosyaniza daha bir dikkatli bakilmasini saglayabiliyor, bu da cok sey farkedebiliyor. bunu saglamanin en kolay ve en garantili yolu hocaniza "hocam sizin su okulda su tanidiginiz var ona bi email atsaniz bi telefon acsaniz?" demektir. hocanizin tanidigi kisinin bu admissions committee uzerinde bir etkisi olmasi icin dua edin sonra da (mesela komite baskaniysa en azindan ilk elemeyi garanti gecersiniz). hocalara kendiniz direk basvurabilirsiniz ama bu her zaman ise yaramaz. bazi hocalar her sene bir ogrenci secerler, yani onlarin bir kotasi vardir diyebiliriz. onlardan birini kafalarsaniz oh keka. ama diger hocalara yazdiginiz emaillerin bir kismi okunmayacak, bir kismi okunup silinecek, bir kismi da "ilgili arkadaslara iletirim" diye cevaplanip admissions committe'ye yollanacaktir. bu insanlar ayni anda bir suru projeyle mesgul, bilmemkac undergrad'e ders veren, bilmemkac grad'e danismanlik yapan insanlar. eger soyleyecek cok siradisi bir seyiniz yoksa ilgilenmelerini beklemeyin, ilgi gormezseniz de hic darilip kirilmayin.

    hazir ona buna email yollamaktan bahsetmisken bolumdeki ogrencilere, ozellikle de turklere email yollamaktan bahsedeyim. yapmayin canim, yapmayin arkadasim! oncelikle: bu ogrencilerin hicbir sekilde torpil yapmalari mumkun degildir. torpil degil yardim istiyorsaniz da soyle diyeyim: oturup "nbr? ben sizin bolume basvurcam, napayim?" diye bir email yazmadan once size bir cevap yollanmasini hak ettiginizi gosteren bir email yazin, dersinizi calistiginizi gosterin. okullarin ve bolumlerin web sayfalarinda, bu bolumdeki hoca ve ogrencilerin web sayfalarinda, hatta sozlukte istemediginiz kadar bilgi var aslinda. "ben sunlari sunlari ogrendim, ama hala da soyle bir sorum var" diye yazin. ben her sene en azindan 4-5 tane email alirdim, ders aldigim donemde bol bol canim sikildigi icin oturur cevap dosenirdim. daha sonra tez asamasinda "bosuna basvurma, basvuru parana yazik" demeye gonlum elvermediginde cevap yazmadim, sadece gercekten sansi olabilecek bir iki kisiye cevap yazip asagi yukari bu entryde yazdiklarimi yazdim. ne yazik ki onlar da yabanci ogrenci olduklari ve soplerinin butun tavsiyelerime ragmen parochial kalisi yuzunden elendiler.

    yavas yavas kapanisa gelirken para isine degineyim: cogu iyi okulda sirf burslu diye normalde kabul edilecek seviyede bulmadiklari ogrencilere kabul vermezler. cogunlukla kabul ettiklerine bursu garantilerler. bazi durumlarda iyi bir ogrenci vardir, ama butun burslar verilmistir, "aa bunun parasi varmis zaten" diye ekstradan alirlar onu ama cok az ornegini gordum. daha cok devlet universitelerinde* oluyor bu sanirim. meb bursunu aldim, simdi kabulu kesin alirim diye bir sey yok.

    iste basvurular boyle degerlendiriliyor. basvurularinizi hazirlarken bunlari goz onunde bulundurmaniz iyi olabilir.

    bir outro niyetine: bu entryden "ahaha, ben muhtesem bir insanim. benim kabul aldigim okullara siz nah kabul edilirsiniz" gibi bir anlam cikaran olursa fena halde uzulurum. universite ve sonrasinda calistigim, basarili oldugum dogru ama istisna degilim. benim sansim bazi kritik anlarda cok yaver gitti, basvurularim konusunda hep sansin buyuk etkisi oldu. bir yerden sonra her sey kadere sansa kaliyor dogrusu, ozellikle o ilk elemeyi gecince. bu entryden bir ders cikarmak gerekirse o da sudur: ilk elemeyi gececeginize inaniyorsaniz basvurun, aksi takdirde daha orta halli okullara basvurun, basvuru paranizi yakmayin bosuna. ilk elemeyi gececeginize inaniyorsaniz, elinizden gelen en iyi basvuruyu yapin, ille de istiyorsaniz abartmadan, yaka silktirmeden ve en garanti yollari kullanarak kendinizi reklam edin ama gerisini bosverin. kabul edilirseniz kiciniz kalkmasin, reddedilirseniz de uzulmeyin; sans!

    not: dogal bilimler, muhendislikler icin iki istisna: bunlar gibi "lab"ler seklinde organize olmus bolumlerde durum bayagi farkli, oralarda hocalarla iletisime gecmek bayagi etkili olabiliyor. ayrica, yabancilik/turkiye'de universite bitirmis olmak sosyal bilimlerdeki kadar dezavantaj olmayabiliyor cunku dil bilgisi o kadar onemli degil (sen sus bir sey soyleme, sen sus da denklemlerin konussun) ve odtu, bilkent gibi okullarin muhendisliklerinin nami var. bu sosyal bilimlere yonelik, kendi deneyimimden kaynaklanan bir entry oldu.

  • --- spoiler ---
    dört sezon boyunca ilginç olaylar izledik. yolcuları derinlemesine inceledik. herhangi bir beklentimiz olmadı.

    - ölen adamlar dirildi "vadesi dolmamış" dedik.

    - gökten yemek yağdı "ne bereketli yermiş" dedik.

    - kötürüm adam yürümeye başladı "damar damar üstüne gelmiştir sarsılınca kendine geldi" diye sevindik.

    - ayı gördük "ayı nerede yok ki" diye kendimizi avuttuk.

    - zamanda yolculuk yaptılar "bizler tuvalet kağıdının üstüne akı kapasitörü çizerek büyümüş nesiliz alışkınız böyle olaylara" * dedik.

    - michael ortalığı dağıtıp " dey tuk may san" *diye bağırdı. baba yüreği dedik.

    - dededen kalma çalışan vw minibüs buldular "almanlar yapmış abi" dedik.

    - benjamin'i bağrımıza bastık. gözlüklerine hasta olduk.

    - sayidi taklit ederek evdeki ütüyü tamir ettik.

    - fazla yeme hurley gibi olursun eleştirilerini yerinde bulduk. gece yarısı dürümü kestik.

    - "lost ne lan?" sorusunu "ada var. uçak düşüyor. böyle süper bişey." seklinde cevapladık.
    "ee ne var yani bunda. sıkıcı bence." diyenlere karşı sakin tavrımızı koruduk.

    - locke usulü çeyizlik 36 parça bıçak takımı aldık.

    - arkadaşlara chinzuşii diye hitap ettik. yadırgandık.

    - 108 dakikada bir kod girilen bilgisayara reset atsak süre sıfırlanır mı acaba? diye düşündük.

    hepsini kabullendik ama bize o adanın suya atılmış bozuk para misali ortadan kaybolmasını açıklayacajsın j.j. ` :j j abrams` bunu hakediyoruz.

    --- spoiler ---

  • 99669999996669999996699666699666999966699666699 99699999999699999999699666699669966996699666699 99669999999999999996699666699699666699699666699 99666699999999999966666999966699666699699666699 99666666999999996666666699666699666699699666699 99666666669999666666666699666669966996699666699 99666666666996666666666699666666999966669999996

    1) ilk iki dokuzu seç
    2) f3 tuşuna bas
    3) 9 tuşuna bas, sonuç şaşırtıcı :)

    deneyin gerçekten şaşırtıcı.

  • hindistan'da filleri evcilleştirmek için ilginç bir yöntem kullanılır. ormanda yere filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. ama şanssızlığı bununla bitmez. fil avcıları yüzlerini de kapatan tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili bir de eşek sudan gelinceye kadar döverler. hayvan yediği sopalardan, çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı acıdan ve korkudan hayatında görmediği bir bunalım yaşar birkaç saat içinde.
    sonra aynı avcılar ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle, ellerinde çeşit çeşit meyve sepetleriyle geri gelirler. fili besler, yaralarına pansuman yaparlar, onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. fil bu beyaz giysili kurtarıcılarının ona gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren her istediklerini yapar ve sözlerinden çıkmaz. onların kendisini az önce döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez. filimiz artık evcilleştirilmiştir.

    şimdi yukarıdaki sahneden filleri çıkarıp yerine kendinizi koyun. siyasetçiler de her yıl önce kriz, zamlar, işsizlik gibi yığınla belayı başımıza sarar, sonra da aynen fil avcıları gibi beyazlar içinde gelip bizi bu pislikten kurtarırlar. bizim de o fillerden pek farkımız olmadığı için her seferinde bu numarayı yutarız. zaten her seferinde yutmasaydık tarih tekerrürden ibarettir diye bir laf olmazdı.

    tabi ya, zaten ekonomimiz süper, dünya lideri ülke olduk, işsizlik desen son on yılın bilmem neresinde, terör de bitti hayırlısıyla. başbakan'a beyaz giysiler güzel yakışıyor değil mi?

  • sonradan görme birisi olarak, her uçağa binişimde, hosteslerin hiç kimseyi atlamadan herkese standart bir güleryüz takınarak "hoş geldiniz, iyi yolculuklar" demesi hep dikkatimi çekmiştir. bir yolculukta kabin görevlileriyle sohbet etme fırsatım oldu. sordum haliyle yorulmuyor musunuz, olmasa olmaz mı diye. öğrenince ufkum hafiften kızıla doğru ilerledi. girişte herkesle göz teması kurup, hoş geldiniz faslı yapmak aslında yolcuyu misafir psikolojisine sokmak içinmiş. böyle olunca insanlar koltuğa, ekipmanlara zarar vermiyorlarmış. ayrıca hostesler bu sayede otorite kurabiliyorlarmış, ev sahibi olarak. ben de bu içimdeki eğretilik nerden geliyor diye düşünürdüm. misafirliktenmiş.

  • hala ve ısrarla merak edilen sorunun cevabını vermemiştir.

    sen basın içinde görüntüler olduğunu ve bunu izlediğini iddia eden tek kişisin ismet berkan. bu hata değil. z.d'nin ifadelerine inandım demek belki hata sayılabilir. ama sen bir görüntü olduğundan bahsettin.

    burada tam olarak ne yapmaya çalıştığını açıklamadan hiçbir özürü geçerli olmaz.

  • çocukken müzik kesilince sandalyelere oturmaya çalıştığımız oyun, meğerse hep metrobüsün alıştırmasıymış.

  • dün beyazıt'taki kitap fuarına gideyim dedim. son zamanlarda ilgimi çeken alman yazar bernhard schlink'in kitaplarını inceleyecektim. atladım arabaya gittim gitmesine de baya bi otopark aradım..yok. dönüp dönüp duruyorum ara sokaklarda. sonra 'değnekçi' diye tabir ettiğimiz iki-üç kişi bana bi yer ayarladı ve beş lira istedi. yanımda nakit olarak sadece 200 lira olduğu için çıkartıp "canım şuradan beş lira alır mısın?" falan demek istemedim. sanki nakit yokmuş gibi "dönünce vereyim" dedim. ama birazdan gideceklermiş. "tamam o zaman gelirim şimdi" deyip hemen parayı bozduracak bakkal-çakkal aramaya başladım. ne market ne bişey..hiçbir şey yok. her dükkana sora sora o kadar uzaklaştım ki arabadan..daha geri döneceğim adamlara paralarını vereceğim, sonra tekrar geri dönüp fuara gideceğim. tam umudu kesmişken, yolda şapka satan bi seyyar gördüm. şapkada anlaştık, fiyatta anlaştık ama 200 lirayı görünce çok morali bozuldu adamın. "tezgaha bak geliyorum" dedi aldı parayı gitti. 10 dk..15 dk..20 dk..adam yok. ben ayakta öyle güneşin ortasında tezgahın başında duruyorum. dedim gitti 200 lira. inanılmaz sinirlenmiştim. ne yapacağımı bilemiyordum.. hayır bırakayım her şeyi gideyim şu allah'ın belası kitap fuarına artık ama aklım arabada kalır..parayı getirmedim diye çizerler mizerler. sinirli sinirli şapkaları saymaya başladım. ben de bunun tezgahını çalarım lan o zaman dedim. bir sürü şapka var. 10 liradan cayır cayır satarım hepsini. önce bi garip geldi ama böylesine kerizlenmeyi kabullenemiyordum. insanlıktan çıkmıştım. planım şuydu; bi kağıda "10 lira" yazıp tezgahın önüne koyucam..bir tane sattığım an tüm şapkaları toplayıp arabaya gidicem..otoparkı ödeyip şapkaları bagaja koyduktan sonra da koşa koşa fuara. fakat asabım inanılmaz bozuk. gözlerime bakacak bana kalem kağıt verecek bi delikanlı arıyorum bulamıyorum.

    neyse buldum sonunda.."10 lira" yazdım. hiç ilgi çekmedi. yani bir insan bile gelip sormadı. ben hücum olacak sanmıştım. olayın ciddiyetini anlasınlar diye şok fiyat yazdım üstüne. t tam sığmadı, 'şok fiya' gibi bişey oldu. t harfi çok küçük, uzaktan kesinlikle görünmüyor. etraflarına anlamsızca iki tane yıldız yaptım. ama bunları yaparken ağlamak istiyorum. işte o an 'patron çıldırdı'nın tam olarak ne anlama geldiğini idrak ettim. böyle çıldırıyormuş demek ki o patronlar; "10 lira"ya çarpı yapıp "5 lira!!" yazdım iki ünlemli. çıldırmıştım. artık öyle bir noktadaydım ki beyazıt'a neden geldiğimi, neyin peşinde olduğumu, burada iki saattir ne yaptığımı..her şeyi ama her şeyi geçtim. artık en büyük amacım üç-beş lira kazanıp yolumu bulmaktı. kitaplar, fuarlar, yazarlar, imza günleri..hepsi sizin olsun. çok mutsuzdum. aklıma benden daha kötü durumda olanları getirmeye çalıştım. graham bell'i düşündüm mesela. tamam müthiş bir icat yapmış, telefonu bulmuş ama hiç karısıyla veya annesiyle konuşamadı çünkü ikisi de sağırdı. insan sevincini en yakınıyla paylaşamazsa hasta olur. ama açıkçası graham'ın dramı bile kesmedi beni. tamam o da kötüymüş ama ben de kötüyüm abi. ayrıca öyle büyük beklentiler peşinde de değilim ki. işten erken çıkıp biraz kitap koklamak istemişim hepsi bu. bir kız arkadaşım vardı..bir gün bi çay bahçesinde otururken bana bi edebiyat dergisinde çıkan şiirini göstermişti. o gözlerindeki parıltıyı çok parası olan insanlarda göremezsiniz. dünyanın en büyük sevinçleri en küçük beklentilerin içine hapsolmuş hep. tamam bunların, hepsinin farkındayım ve bunların peşindeyim eyvallah ama neticede mutsuzum. yürümekten, sinirden yorulmuş..kaldırıma çömmüşüm. moralim çok bozuk. ağzımdan belli belirsiz küfürle karışık hırıltılar çıkarıyorum. biraz toparlandıktan sonra 3-4 tane şapkayı kafama taktım. bu taktiği küçükken pazarda görmüştüm. bunlarla beraber iki ünlemli "5 lira!!"m da etkisini göstermeye başlamış, çömdüğüm yerden birkaç satış yapmış ve az da olsa teselli bulmuştum. artık en azından cebimde otoparkı ödeyecek beş lira vardı.

    hemen şapkaların hepsini toplayıp bi torbaya doldurdum..tam gidiyordum ki "hayırdır yeğenim?" diye bi ses. bozdurmuş 200 lirayı. tabii adamın kafasında birkaç soru var şimdi;

    1- neden tüm şapkalar torbada? 2- neden bu tezgahın önünde "5 lira!!" yazıyor?

    "abi" dedim, "sen nerdesin ya? parayı alıp kaçtın sandım". "yok yeğenim" dedi.. kimse bozmamış..o da benim gibi yürüdükçe yürümüş, en son bi taksici bozmuş sağolsun. o kadar terliydi ki inandım. sonuç olarak, beş liradan okuttuğum şapkaların da farkını verip totalde baya gereksiz bir ödeme yaparak arabanın oraya doğru yardırdım. otoparkçılar hala oradaydı..arabama zarar vermemiş, beni beklemişlerdi. sanırım kitap fuarını dolaşıp geldiğimi düşündükleri için bi afralar bi tafralar... arkadaşım trip atması gereken biri varsa o da benim ama ağzımı açacak halim yok. meşhur beş lirayı kendilerine takdim ettikten sonra ne yapacağımı düşünmek için arabaya bindim. hayvan gibi yorulmuştum..yapış yapış olmuştum. bir karar vermem gerekiyordu. kapı açıldı, bernhard schlink arabaya bindi, kapıyı kapattı. çok kısa bi sessizlik oldu. benim bir şey dememi beklemeden; "bazen öyle bir an gelir ki, dünya nefesini tutmuş gibi olur. sanki bütün tekerlekler durur, uçaklar ve kırlangıçlar havada asılı kalır... bu anlar çoğu zaman karar verme anlarıdır. sevgili henüz vagonun basamağında durmaktadır. kapılar kapanmadan ona ‘kal’ demek mümkündür. veya vagonun kapısında dururken onun size ‘kal’ demesi mümkündür. bu iki durumda da dünya tıpkı bir insan gibi nefesini tutar" şeklinde çok karizmatik bi giriş yaptı. "bernhard abi çok teşekkür ederim” dedim.. “gerçekten çok klas adamsın ama bu öyle bir an değil abi..hatta ben sizin kitapları incelemek için gelmiştim bugün ama bak sırtıma su içinde..ölmüşüm bitmişim fuarlık hal kalmadı abi bende. lütfen ısrar etmeyin” şeklinde derdimi yakına yakına anlattım. alman bir yazar..okuru kitap fuarına gitmek istemiyor..adam onu cesaretlendiriyor ama nafile..beyazıt bir dakikalığına bile güzelleşemiyor. zaten plastik top satan tek bir bakkalın bile olmadığı bi yer nasıl güzelleşebilir ki? geçirdiğim onca anlamsız saati düşünüp maddi manevi kayıplarla eve yalnız ve yorgun olarak dönerken aklımda tüm bu yaşananlarla ilgili tek bir soru vardı; "whaddafakizdet?".

  • annemle babamın mutfak robotu diye bir şey çıktığından söz etmelerine kulak misafiri olduğumda ufkum çağ atlamıştı. düşünsenize, mutfakta bir robot ve her şeyi yapıyor!
    daha sonra dayımların mutfak robotu alıp çok memnun kaldıklarını da konuştular, iyice heyecanlandım.

    dayımlara gitmeyi iple çektim ve gittik de. girdiğim gibi mutfağa yöneldim robot arıyorum, yok. başka odalara gitmiştir(!) diye bakınıyorum, yok. sonunda yengeme robot nerede diye sordum. buzdolabının üstünde yavrum dedi. mutfağa gidene kadar, "herhalde şarj oluyorken oraya kaldırdılar" diye düşündüm.

    sonra onu gördüm o tipsiz aleti. duygularımla hayallerimle* oynadınız mühendizler, alt tarafı doğrayan makine icat etmişsin bu kadar iddialı bir isim koymak nedir?

  • evet bildiğin iş yok. istanbul'da yaşıyorum. üç arkadaş durmadan internetten iş ilanları kovaladık. tabi üçümüz ayrı ayrı. yeri geldi iş yerlerine gittik, yeri geldi hadımköy'deki fabrikaları gezdik. en vasıfsız işlere bile gittik, çalışmak istedik. lakin yok. adamlar işçi almıyorlar. üstüne tecrübe de istiyorlar. en vasıfsız işte bile. garsonluğun durumu ortada. otellere girelim dedik onda da almadılar. abartmıyorum bir gün boyunca taksim'den beşiktaş'a kadar bütün otellere girdim. dedim ne iş olursa yaparım. yeter ki çalışabileyim. yok almadilar. yeteri kadar çalışanımız var dediler.

    şimdi devletin başındakilerin, kurumların suçu da var tabiki bunda. ben ana meseleye inmek istiyorum. diyorum ki nüfusumuz çok fazla. buna karşın ekonomimiz çok küçük. girmediğim yer, başvurmadığım iş kalmadı. bunun suçlusu ben miyim ? gidip kombi tamircisi mi olayım ? onun için bile kombicinin yanında çalışman gerek ki işi öğrenesin. oradan yazmak kolay tabi. pazarda limon satışına kadar getirmiş yazıyı. eyvallah onu da yapalım da bunca kişi pazarda meyve, sebze mi satsın ? üstüne bak bakalım pazarcılar bırakıyor mu yanlarında satış yapmaya ? bu başlıkta bir mühendis yazar yazmıştı. ıki, üç işsiz mühendis en son pazarda bir şeyler satalım diyip pazara çıkıyorlar. pazarcılarla kavga ediyorlar. bunlar canlarını zor kurtarıyor.
    bu kadar işsiz insana pazarda bir şeyler sat diyemezsin. he arada çıkar tek tük. geriye kalanlar ne yapsın ?

    adam üniden 23-24 yaşında mezun oluyor. sen bu adama sanayide, kaportacıda, tamircide işe gir diyemezsin. o yaştan sonra meslek de öğrenilmez zaten. üstüne buralarda da doluluk var. almıyorlar işçi. ulan burada bile torpil geçiyor üstüne.

    en boktan işlere bile kaç bin kişi girmek istiyor. diğer arkadaş en son tekstile girdi. dayanamayıp çıktı. 12 saat asgari ücret. şimdi çocuk da haklı. kim çalışmak ister abi böyle şartlarda. diğer arkadaş ise a101'de kasiyerlik işine girdi zar zor. o da patronlarla tartıştı çıktı. çocuğa neler neler yapıyorlarmış şerefsizler. ışe girip o işte de senin bir güzel canını çıkartiyorlar.

    internette programlama öğrenin siz de. aaa ne güzel kimsenin aklına gelmemişti. z kuşağı şu an deli gibi öğreniyor merak etmeyin zaten. 30 yaşındaki adamlar bile başlamış bir umut yurt dışında iş bulabiliriz diye. ne diyim ben daha ?orada da iyi işlere girenler çıkacaktır ama tek tük. ki onların da işleri kolay değil. peki diğerleri ? diğer işsizler ne olacak ? sorun çözülüyor mu ?

    sorun kronik. önerilen işlerde bile doluluk var. almıyorlar işe. elemana ihtiyaç yok. bu ülkenin gençlerinin %70'i gitmek istiyor. haklılar. sen de gitmissin zamanında. gittiğin ülkede mezar kazma işinde de çalışmıssın. ne güzel. orada aldığın para da degerlidir. burada o işe girmek için millet birbirini keser. üstüne akın akın kaçak işçi geliyor. vasıfsızların işi çok zor. patronlar ucuz çalışıyor diye onları alıp sömürüyor. durum çok kötü. bunların hiçbiri çözüm getirmiyor. battık abi. bundan daha kötüsü mü var ? burada isyan etmekle çok haklı işsiz yazarlar. onlar elinden geleni yapıyor. üstüne suçlamayın bu adamları.

  • bir bulgaristan göçmeni olarak(başlıkta söylemek adet olmuş) derim ki bulgaristan avrupa'nın bok çukuru falan değildir. en fazla avrupa'nın garibanıdır.
    8 milyon nüfusa sahip, başlıca ihraç kalemi tarım olan bir ülke bulgaristan. kapasitesi bu kadar.

    geçen ay kırcaali'deydim. mezuniyet dönemine denk gelmişim. son sınıflar şehrin ana meydanında buluşup çiftler halinde balo salonuna kortej halinde yürüdüler. polis bunun için yolları kapattı ki bir kez olsun devlet başkanı için dahi yolları kapattıklarını görmedim.

    bazı şeyler parayla satın alınmaz. avrupa'nın garibanı dahi mental olarak bizden fersah fersah ileride. insana en çok koyan da bu oluyor. türkiye dünya'nın en yaşanılır ülkesi olabilecekken bizim payımıza düşen ortadoğu'nun bok çukuru olmak oldu.

    debe ve gelen mesajlar üzerine edit: bakın dostlar, dünyada pek az şey gençleri desteklemek kadar önemli ve değerlidir. düşünün ki mezun olmuşsunuz, polis sizin için yolları kapatmış ve insanlar balkonlardan sizin için tezahürat yapıyor. kendinizi ne kadar değerli ve özel hissedersiniz. bu hisle ülkeniz için neler yaparsınız.
    100 yıl önce bir adam çıkıp "bütün ümidim gençliktedir" demişti. işte o adam bizimle çöl bedevileri arasındaki farkı yaratan adamdır.