hesabın var mı? giriş yap

  • videodaki iki genç sahilde takılırken aniden dev bir parmak izi beliriyor üstünde de yeni çağın başlangıcı yazıyor, ne anlama geliyor olabilir altından ne çıkacak merak ederseniz takipte kalın
    bkz: esrarengiz parmak izi

  • amerikanın sahip olduğu toplumsal özelliklerden biri. kabaca insanlara başarılarına göre ödüller vererek rekabeti en üst seviyede tutmak. kapitalizmin canlı tutulabilmesi için temel koşullardandır. amerikalılar ödül vermeyi ne kadar severler hepimiz biliriz. emmy, grammy, oscar gibi törenleri bütün dünya seyreder. bu törenlere milyonlarca dolar harcarlar. oscar alan oyuncunun fiyatı anında ikiye katlanır. biz bir şampiyonlar ligi maçından sonra belki de kim maçın adamı seçildi farkında olmayız ama bir nba maçından sonra kim mvp oldu mutlaka herkes bilir. sonra bakıyoruz amerikan bazlı fast-food dükkanlarımıza, duvarlarda "ayın elemanı" tabloları.. akla hayale gelmeyecek her konuda ödüller dağıtırlar. hatta herşeyin en kötüsünü bile seçerler ki o kötüler piyasadan elensin, değeri kalmasın.. aslında çok zaman düpedüz güçlüyü kayırmak olsa da, sistemin temel çarklarından olduğu için amerikan kültürünün çok önemli bir parçası olmayı başarmış bir kavramdır.

  • + kuvvetli gördüğünüz yanlarınız nelerdir?
    -çok güzel hulusi kentmen taklidi yaparım
    +(...)
    -yapayım mı?
    -(dudaklarımı büzüştürüp bıyıklarımı oynatma hareketi yapıyorum)
    +(....)
    -tabi bıyığım olmadığı için pek olmadı...

  • netflix'te izlediğim türk filmi.

    buradaki yazar arkadaşların önemli bir kısmının sınıf kininin tetiklendiğini ve/veya filmin yaratıcı ekibinden hoşlanmadığını görüyorum. ben görüşlerimi önceden işin içine katmadan, elimden geldiğince objektif izlemeye çalıştım. biraz bile diğerlerinden farklı görünen bir türk filmi en azından objektif seyredilmeyi hak ediyor, diye düşünüyorum.

    filmin mensubu olmasını istedikleri alt türün ne olduğu yüz metreden belli; 'hayatı çok da takmayan karakterler bir yazlık evde buluşurlar ve sırları ortaya dökülür' hikayelerinin alıcısı hep var. özellikle fransızlar çok sever bunları, konu olarak fazlasıyla benzeştiği les petits mouchoirs gibi, le premier jour du reste de ta vie gibi. amerikan sinemasından ucundan kıyısından a bigger splash veya belki margot at the wedding gibi. bu tarz filmleri başarılı kılan şey, anında tanıyıp sempati veya antipati gibi birtakım duygular beslediğimiz karakterlerin dünyasına, çatışmalarına, acılarına bizi ikna edebilmeleridir. bunlara sıkça yakıştırılan 'samimiyet'in ağırlığı da karakterleri ne kadar umursayabildiğimizle doğru orantılıdır. dolayısıyla samimiyeti ortaya çıkaran başlıca etken senaryo yazarının/yönetmenin maharetidir, hepsi 'a sınıfı' da olsa oyuncuları bir yere doldurup başsız sonsuz muhabbetlerle o duyguyu yaratmayı bekleyemezsin.

    kim olduğunu, nereden geldiğini, nerede tanıştığını bilmediğimiz bir grup insanın tanımadığımız bir insandan gelen bir telefonla neresi olduğunu bilmediğimiz bir yazlığa gitmesi ve çeşitli konularda doluluğu tartışılır muhabbetler etmeye başlaması bu türde bir film için ideal başlangıç noktası değil. filmin hikaye credit'inde adı geçen post-modern kanaat önderi 'sinema yazarı değilim ama' diye takılan arkadaşın iddia ettiği gibi 'birçok filmin aksine başı sonu belli bir hikaye, çoğu filmden daha düzgün bir karakterizasyon' görmek için biraz iyi niyetle, biraz da zorlama bir pozitif önyargıyla bakmak gerekiyor kısacası. ve türk sinema sektöründeki üreticilerin bu 'evet çok iyi değiliz ama şunun kadar kötü de değiliz/en azından yeni bir şey yaptık' gibi cümlelerin arkasına saklanma merakını da anlamakta güçlük çekiyorum, özellikle filmlere 'iyi/kötü' diyerek hayatını kazanan biri bunu yapıyorsa.

    dahası, senaryonun en büyük sıkıntısı bu 'samimiyet eksikliği' de değil. hikaye belli başlı önemli noktalar arasında bir türlü ilerleyemiyor, sanki o 'noktalar' tesadüfen, biraz da zorlamayla o 'anlara' denk geliyor. örneğin herkesin birbirine girdiği bir climax (bu adını koyamadığım alt türe mensup filmlerin ortak özelliklerinden biri) oluşturabilmek için karakterler arasında zorlama çatışmalar yaratılıyor, herkes duygularını 'o an'da yaşıyor, tek bir ağızdan konuşuyor; kaynağı belirsiz, karşılığı olduğunu söyleyemeyeceğim tuhaf bir ütopyanın içinde yaşıyor adeta. hal böyle olunca ben bu ekibin çatışmalarını, aşklarını neden umursayayım ki, diye düşünüyor izleyici. film seyredeni dışlamak konusunda o kadar iddialı ki, yukarılarda bir arkadaşın da yazdığı gibi, yan masaya oturan bir arkadaş grubunu dinlemişsiniz hissi veriyor bittiğinde. şunu da izledikten sonra fark ettim; filmin ekibin duruşundan ileri gelen 'biz kimseyi takmıyoruz' tavrını en iyi gösteren şeylerden biri de adı. 'biz böyleyiz'. tamam siz böylesiniz de, bizi unuttunuz, izleyici olarak umursayamıyoruz sizi.

    iyi yönleri yok mu? hümeyra, yolculuğu son derece özensizce noktalanmış bir karaktere hayat verebilmek için elinden geleni yapıyor; performansıyla kalite katıyor filme. onun yanında kadronun performansları başarılı, içlerinde bir ruh taşımasalar da, almamız gereken duyguyu bize verebilmek için ellerinden geleni yapmışlar. senaryo ise seyirci ile oyuncu arasına kalınca bir duvar örmüş, potansiyeli öldürmüş.

    yönetmen caner özyurtlu'yu beğeniyorum; yani en azından avam biri olmadığını, sinemayı gerçekten sevdiğini biliyorum. bence önünün açılması için kankacılıktan vazgeçmesi gerekiyor. kimse ekşiden okuduğu entry ile hayata bakışını değiştirecek değil de, bunu da son bir not olarak ileteyim eğer buraları okuyorsa.

  • babam tüm işleri batırmış çekmiş gitmiş. annem işsiz, abim askerde. ben ortaokula gidiyorum kardeşim ilkokula gidiyor.

    mevsim yaz okullar tatil hava cehennem sıcağı. eve gelen icraların haddi hesabı yok sonunda evden çıktık bir tanıdığın yanına yerleştik geçici süre için. rahatsız etmeyelim diye sabahın köründe çıkıyoruz evden akşama kadar deli gibi dolanıp duruyoruz. karnımız aç cebimizde 5 kuruş yok. akşam eve dönünce önüme konan yemeği yemekten utanıyorum. sürekli midem ağrıyor.

    bir gün bi baktım annem abimin yeni sayılabilecek gömleklerini ütülüyor. neden ütülüyorsun abim yok ki dedim, gelince hazır olsun diye dedi. dünya saçması geldiyse de bir şey demedim. aradan birkaç gün geçti bir sabah bir baktım annem elinde abimin gömlekleriyle dışarı çıkıyor, bir işim var siz bekleyin yarım saate dönerim dedi çıktı. 1 saat sonra elleri boş geldi. hadi ayakkabılarınızı giyin çıkıyoruz dedi.

    hatırlayan vardır mutlaka eskiden mudurnu chicken vardı tavuk döneri meşhur. oraya gittik. annem bize tavuk suyuna çorba söyledi. kendine söylemedi. iştahla 2 kaşık aldım canım nasıl çekiyor ama midemin ağrısından içemiyorum. biraz bekliyorum geçer diye yok. su içiyorum yine bekliyorum. geçmiyor. içemedim. ve o gün o çorbayı içemediğim için 2 gün ağladığımı hatırlıyorum.

    velhasıl üstünden yıllar geçti, çok şükür herşeyi toparladık hepimiz okuduk meslek sahibi olduk. annem abimin gömleklerini satıp aldığı için midir, aylarca çektiğim mide ağrısından mı bilinmez ama hala tavuk suyuna çorba içemem.

  • "atom fiziğine de profesörlüğüne de lanet olsun. insanlık için çalıştık sokakta kaldık. bundan sonra kumarbazlığı, itliği,hergeleliği öğreniciğiz. " şeklindeki kadirizmin güzide repliğidir. filmin adı da ceza olsa gerektir.

  • bayram tatilinde kocamın köyüne geldik. komşunun kapısında iki koca araba, ikisi de almanya plaka. kayınvalideme sordum: "anne biz 9 saatlik yolda geberiyoruz. bunlar hangi akla hizmet o kadar yolu arabayla geliyorlar?" diye. meğer karıları çocukları uçakla geliyormuş. iki erkek kardeş de peş peşe arabayla geliyormuş her sene. dönerken arabayı erzakla doldurup gidiyorlarmış. günlük ihtiyaç dışında gıda alışverişi yapmıyorlarmış almanya'da. vay anasını dedim ya, hesaplara bak.