10 entry daha
  • “bu kişisel bir yazıdır ve tamamen gerçek bir olaydan alınmıştır...”

    1998 yılı... lise 2’de okuyan ve metal müzikten hoşlanan ancak sınırlı sayıda grubu dinleyen, dinlediği müziğin yelpazesini genişletmesi gerekirken, bir kaç albümle yetinip sadece bu birkaç albümü dinleyen bir genç. (ben oluyorum.) o günlerde, bir sınıf arkadaşının bahsettiği bir grup var. ismi “death”. “abi bunu bi dinle bak. tek bi şarkıda 27 ayrı ritm var.” diyen arkadaşına, “sonra bakarım.” diye cevap veriyor genç ve metallica, megadeth, sepultura dinlemeyi sürdürüyor günlerce. arkadaşı bir gün okula bir “death” albümü getiriyor ve albüm kitapçığının içindeki resimdeki bir adamı gösteriyor. “işte bu adam bak. tam bi dahi... mutlaka dinle.” diyor. genç ise o dönemin verdiği bir cahillikle adamın resmine bakıp: “tipi fareye benziyo ya adamın.” deyip gülüyor anlamsızca. aylar geçiyor...

    “gözlerimi kapıyorum ve kendi içimde batıyorum...”

    genç bir gün kadıköy’e gidiyor. akmar’ın önünde öylesine gezinirken, kopya cd satıcılarından birinin tezgahında “death – the sound of perseverance” adlı cd’yi görüyor. arkadaşı aylar önce okulda albümü ona gösterdiğinde o kadar ilgisizmiş ki, tezgahtaki cd’nin kapağı ona tanıdık gelmiyor. şöyle bir düşünüyor. dinlediği tüm grupların thrash gruplarını olduğu aklına geliyor ve değişik bir şey dinlemenin fena olmayacağını geçiriyor aklından. zaten sonuçta 1,5 milyon liralık bir şey... beğenmese ne fark eder ki? dinlemez, olur biter.

    oldukça kapalı bir hava var. yağmur yağdı yağacak. genç, albümü almadan akmar pasajı’na giriyor. belki bir metallica konser albümü bulurum diye. her dükkana soruyor, bulamıyor. akmar’dan çıkıyor. tekrar aynı tezgahın önüne geliyor. cd’ye bakıyor. hiç bir şey almadan eve dönmek istemediği için cd’yi alıyor.

    kapağını açıyor. sarı bir cd ve üzerinde son derece özensiz bir yazı ile “death – sound of perseverence” yazıyor. albümün isminin kopya cd’ye yanlış yazıldığını bile fark etmiyor. discman’indeki “sepultura – chaos a.d.” cd’sini çıkarıp kopya cd’nin kabına koyuyor.

    death cd’sini discman’a yerleştirken, cd’nin üzerine bir yağmur damlası düşüyor. parmağıyla yağmuru siliyor, cd kutusunu cebine koyuyor ve tam o sırada muazzam bir gök gürültüsü ile bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor. koyu gri kadıköy gökyüzü altında, akmar’dan minibüslere doğru yürümeden önce yağmurluğunun kapşonunu kafasına geçirirken, bir anda coşan yağmurla birlikte pek de merak etmediği albümü içine koyduğu discman’in play düğmesine basıyor ve discman’i da diğer cebine koyuyor... müzik çalmaya başlıyor.

    “yolculuk merakla başlıyor...”

    daha önce duymadığı tarz bir davul giriyor birden. “vay... davulcusu iyi galiba.” diye düşünüyor genç ve yağmur nedeniyle hızlı adımlarla minibüslere doğru yürümeye başlıyor. ve birden davul kesiliyor ve çok kısa ve hızlı bir gitar solosu giriyor. ardından da, daha önce yaşamadığı bir duyguyu yaşamasına neden olan ve duyduğu anda tam anlamıyla dizlerinin bağının çözülmesine neden olan bir ritm giriyor. tüm tüyleri ürperiyor gencin. hemen durup cd kutusunu çıkartıyor cebinden. parçanın ismine bakıyor... “scavenger of human sorrow” yazıyor kapakta. aklı başından gidiyor resmen. “böyle bir ritm nasıl olabilir?” diye düşünürken, en derin hayal gücü kaynaklarından beslenircesine gelen ve tüm yırtıcılığıyla saldıran bir vokal giriyor. yağmurun altında paçalarından sular damlayarak kalakalıyor genç. yürüyemiyor... gerçekten yürüyemiyor. hayatında ilk kez duyduğu bir şey onu neredeyse ağlamaklı yapıyor. bir an eli pause tuşuna gidiyor. “durdurayım, minibüste dinlerim doğru düzgün.” diye geçiriyor aklından ama yapamıyor.

    şarkı, müzikten öte bir varlıkmışçasına tüm beynini sarıyor gencin. minibüse doğru yürümeye başlıyor şarkıyı dinlemeye devam ederken. bir yandan eliyle ıslanan gözlük camlarını silerken, ağzından çıkan buhar eşliğinde ilerliyor ancak dinlediği şey dışındaki hiç bir şeyi fark etmiyor adeta. tüm görüş alanı kararıyor ve yüzde yüz müziğe konsantre oluyor. şarkı devam ettikçe genç adeta büyüleniyor ama aldığı zevk nedeniyle tebessüm bile edemiyor. sanki zevk alamıyor. “bu nasıl olabilir?” diye geçiriyor aklından. ya da “nasıl olur da bunu daha önce duymadım?” diye kendine kızıyor. şarkı sürekli değişiyor. duruyor, tekrar başlıyor. hızlanıyor, her enstruman daha önce duymadığı sesler çıkarıyor. resmen yorgun düşüyor genç.

    ve sonuçta şarkı bitiyor. genç minibüste oturduğunu ve minibüsün de hareket halinde olduğunu fark ediyor. müzik yüzünden adeta paralize olduğundan, minibüse binişini, oturuşunu ve minibüsün kalkışını hatırlamıyor bile.

    şarkı biter bitmez hemen pause’a basıyor ve minibüs parasını uzatıyor. ardından da sıradaki parçanın adına bakıp (“bite the pain”) sanki sınav sonucunu öğrenmek üzere heyecanla bekleyen bir öğrenci gibi şarkının girmesini bekliyor. parça başlıyor ve tekrar aynı şeyi yaşıyor genç. tüm tüyleri diken diken oluyor.

    ilk parçaya göre daha yavaş başlıyor parça ve vokal tekrar giriyor çıldırtırcasına. gözlerini kapayan genç, daha önce hiç duymadığı bir müzik eşliğinde pek çok görüntüler görmeye başlıyor. şarkı sözleri sanki onun için yazılmışçasına devam ediyor... vokal “...steal the sun and the moon from the sky!” diye bağırırken, gözlerini kapatan gencin aklından bin bir görüntü geçiyor. havada ilerlediğini, ardından birden toprağı delip yer altında büyük bir hızla ilerlediğini, ardından okyanus dibine indiğini, oradan tekrar gökyüzüne fırlayıp karanlık mağaralara girdiğini hayal ediyor. hem de tümü saliseler içinde oluyor bunların.

    üçüncü, dördüncü ve beşinci parçalar da bitiyor. her anı şaşırtıcılıkla dolu dakikalar yaşıyor genç. dördüncü parça “a story to tell”’de gerçekten ağlamak istiyor. o anda. minibüste. kimseyi umursamadan... adı “the flesh and the power it holds” olan beşinci parçada ayağıyla ritm tutmak istese de, bir türlü yapamıyor. hareketsizce oturuyor koltukta.

    ve ineceği yere geliyor. minibüsten iner inmez 5. parça bitiyor ve 6. parça başlamadan discman’ın pili de bitiyor. hemen eve koşuyor, odasına giriyor ve discman’e yeni piller takıp yatağına uzanıyor. altıncı parçanın ismine bakıyor... “voice of the soul” yazıyor kapakta.

    ve parça başlıyor. genç hayatında ilk kez, bir parça eşliğinde göz yaşı döküyor. hem de ilk kez duyduğu sırada. sanki bir film izler gibi dinliyor parçayı. şarkı boyunca, tam üç dakika kırk saniye tüyleri ürpermiş olarak dinliyor şarkıyı. bir an bile hareket etmeden. inanamayarak. sanki biri onun hissettiklerini biliyormuş ve uzaklarda bir yerden onun müziğini yapıyormuşçasına. adeta müziği sahipleniyor genç ve işte beni tarif eden müzik diye düşünüyor tüm içtenliğiyle.

    “voice of the soul” gencin kafasında tek bir söz uyandırıyor... “farkında olmak”. kendisiyle aynı duyguları paylaşan birileri olduğuna belki de ilk kez o zaman inanıyor genç ve bunun sevinciyle göz yaşı döküyor.

    bu yazıları yazarken bile tüylerini ürperten öyle düşünceler geçiyor ki aklından, kendisi bile tasvir edemiyor. “voice of the soul”un 3.23’üncü dakikasında daha fazla dayanamıyor ve yüzünü yastığa gömerek sessizce gözyaşı döküyor. müziğin böyle bir gücü olabileceğini ve o yaşlarda az da olsa küçümsediği insan zekasının neler yapabileceğini görüyor. çok sevdiği bu müziğin artık onun için sadece “müzik” olmadığını gösteren ve manevi bir boyutta kendini belli eden albüm oluyor “the sound of perseverance”. adeta bir vahiy ya da yukarılardan gelen bir şey gibi görüyor albümü.. daha ilk dinleyişte.

    tam anlamıyla hareketsiz bir biçimde kalan şarkıları da dinliyor. o sırada hayatını değiştirecek bir deneyim yaşadığını bilmeden...
    sonuçta albüm bitiyor... genç hemen odasından fırlıyor, evden çıkıp minibüse atlıyor ve kadıköy’e geri dönüyor. akmar pasajı’na giriyor ve girdiği ilk dükkanda albümün orijinalini buluyor. büyük bir sevinçle albümü alıp hemen eve dönüyor. albümü o gün yatana kadar 7 kez dinliyor. aylar önce albümü ona tavsiye eden arkadaşını arıyor telefonla ve teşekkür ediyor.

    “yürüdüğümüz taşlarda...”

    o sıralarda klasik gitarda metallica, megadeth çalan genç; bu yeni müziği de çalmak istediği için parçaları kulaktan çıkarıyor ve saatlerce çalıyor. o sıralarda bilmiyor sadece bu parçaları daha iyi çalabilmek amacıyla bir kaç ay sonra elektro gitar alacağını...

    yıllar geçiyor. tüm şarkı sözleri çoktan ezberlenmiş, şarkıların çoğu kısımları gitarda çalınıyor. tüm death albümleri alınıyor, ezberleniyor...

    yıllar geçmeye devam ediyor... genç artık yüzlerce grubu dinliyor, yüzlerce albümü oluyor. metal müziği her yönüyle araştırıyor, öğreniyor... her gün gitar çalıyor. zamanında çalmakta zorlandığı bu albümdeki şarkıları rahatça çalabiliyor. zamanla; kendi kendine öğrendiği gitar çalış tarzının büyük oranda chuck schuldiner’ın tekniğinden çok etkilendiğini fark ediyor. ardından chuck’ın sağlık problemlerini öğreniyor. dergilerden, internet’ten takip ediyor. “chuck baba iyileşiyor!” haberlerini sevinçle okuyor.

    “hiç bitmeyen bir açlık...”

    ve bir gün geliyor... internet’te bir metal sitesinde gezinirken “one of the biggest losses of metal history” diye bir yazı görüyor... chuck’ın “individual thought patterns” albümünün kitapçığındaki fotoğrafı çarpıyor hemen gözüne... inanamıyor. “the sound of perseverance”’ın ilk notasını duyduğu anki şokun bir benzerini, ama bu kez acı çektirir şekilde tekrar yaşıyor. bilgisayarın başından kalkıyor, eline “the sound of perseverance” albümünü alıyor ve hiç tanımadığı ama duygusal, müziksel, hayal gücü anlamda sonuna kadar beslendiği bir kaynağın, bir dehanın ölümünden dolayı sessizce ağlıyor bir kaç dakika. albümü ilk dinlerken kendi kendine sorduğu soruyu tekrar soruyor kendi kendine: “bu nasıl olabilir?”

    ve yıllar geçmeye devam ediyor, 2005 oluyor... albümü hala ilk günkü zevki alarak dinliyor, davulcunun yaptıklarına hala tebessüm ederek karşılık veriyor, “to forgive is to suffer”’ın solosunu arka arkaya onlarca kez çalıp hala aynı keyfi yaşıyor. (tam aynısının çalamasa da.)

    müzikal anlamda hayatını değiştiren bu albüme, adeta bir dini simge gibi yaklaşıyor... albümün şarkı sözlerini odasının duvarlarına asıyor... bu albümle ilgili en ufak ayrıntı, resim, ses bile anında o ilk güne, kadıköy meydanında sırılsıklam dikilirkenki haline götürüyor genci...

    ve albümü ilk dinlediği zamandan yaklaşık 7 yıl sonra, bu albümün hayatındaki önemi hakkında içten bir yazı yazıyor... belki de bu internet sitesinde bu yazıları yazabilmesinin bile ilk sebebi olan bu müziğe olan saygısından ötürü.
    bu müziği yaratana, dinleyenlere bu duyguları yaşattığı için teşekkür etmek amacıyla...

    dimebag ile bir arkadaşını, chuck ile de bir öğretmenini kaybeden bu genç, bir üçüncü kişi için böyle bir yazı yazmak istemiyor artık.

    “hüzün ırmaklarından, umut dolu okyanuslara... hepsini dolaştım.”

    her ne kadar artık bizi cennetten izliyor olsan da...

    teşekkürler chuck...
48 entry daha
hesabın var mı? giriş yap